İlker Akman
GİRİŞ
1975 yılının kış aylarına girildiğinde Türkiye
çapında siyasal olaylar yükselmekteydi. Özellikle şehirleri kapsayan ve Ankara,
İstanbul’un dışındaki şehirlerde de yaygınlaşan olaylar öğrenci gençlik
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Genellikle sağ-sol çatışması şeklinde yansıyan
gençlik olayları hızlı bir yükseliş içindedir ve her olayın sonucunda ölüm veya
yaralanmalar olmaktadır. Olaylarda dikkati çeken en önemli yan, hızlı bir
yükselişin olması yanında, en ufak şehirlere ve hatta kasabalara kadar yayılmış
olmasıdır. Olaylar her ne kadar ilk bakışta gençlik içinde gelişmekte gibi
görünüyor, işçi ve köylü yığınları içine almamakta ise de, siyasi bir niteliği
olduğu açıkça ortadadır. Ki sırf bu nedenle, gelişen olayları sadece öğrenci
gençlik olayları olarak görüp bir kenara koyamaz ve Türkiye’nin bir yıldır
içinde bulunduğu siyasal kargaşasından soyutlayamayız. Her ne kadar iktidar son
olayları devlete yönelmiş “beynelmilel komünizm”in tahrikleri olarak niteliyor
ve “devlet brifing”i düzenliyorsa da, gelişen olayların siyasal önemini ve
Türkiye’yi sarsıcı niteliğini doğru tahlil etmemiz gerekmektedir. Gelişen
olayları, ne iktidarın ifade ettiği biçimde, ne tek başına devrimci bir
kabarış, ne de sadece provokasyon olarak ele alabiliriz.
Gelişen olaylar Türkiye’nin içinde bulunduğu
siyasal ortamdan soyutlanamayacağı gibi, ülkemizin yapısından da soyutlanamaz.
Bizim için önemli olan, olayların gösterge niteliğini ve hangi dinamiklerin
ürünü olduğunu kavramaktır. Bu konuda seçmeci olamayız, dar görüşlere
kapılamayız. Marksist doktrin, dar görüşlülüğü ve olayları yüzeysel olarak ele
almayı reddeder. Olguların iç çelişmelerini ve ülke çapında gelişen hareketin
genel gelişim çizgisini (dinamiğini) kavrayamamak, bizi küçük-burjuvazinin
dünya görüşlerine hapseder.
Marksizm-Leninizm, gelişen olayları etkileyen
çelişmeleri yakalayan ve genel gelişme dinamiğine bağlı olarak ön plana çıkaran
unsuru, çözücü eylemi öne çıkaran bir eylem kılavuzudur. Buna uygun düşen ve
içinde bulunulan durumu sergileyen tahliller, her şeyden önce, içinde bulunulan
durumun tarihi köklerini “içinde bulunulan an”ın pratiği ile olan bağlarını
açığa çıkaracak biçimde olmalıdır. Durum tahlilleri, toplumdaki sınıflararası
ilişki ve çelişkileri, genele (sisteme) bağlı bir biçimde değişimini (içinde
bulunulan pratiği de kapsayacak biçimde) kısa bir tarihi dilimde inceler.
Tahliller analitik bir metodla, gelişen olguları (unsurları) tespit eder, bu
unsurlar arasındaki ilişkiyi kurar ve gelişim çizgisini tayin eder. Ne var ki,
sadece olguları yakalayıp aralarındaki ilişkileri tespit etmek yetmez. Bu
kadarı ile yetinmek yüzeyseldir ve antiMarksisttir. Esas olan, olaylar içinde
gelişen unsurların (olguların) iç çelişkilerini yakalamak ve bu çelişkilerin
ortaya çıkardığı o döneme ilişkin öne çıkan çelişmeyi ve hareketin yönünü tayin
etmektir. Pratiğe yönelmeyen ve salt dışsal gözlemciliği taşıyan durum
tahlilleri, gözlemciliğin (amprizmin) pasifizmini taşır ve devrimci hareketi
yönlendiremez. Durum tahlilleri özünde sınıfsal tahlillerdir ve toplumu
kavrayışın ürünleridir. Olayların gelişimi, ülkenin (özel olarak Türkiye’nin)
emperyalist sistemin belirleyiciliğinde sınıfların alacağı tavra göre
biçimlenir. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal yapı nasıl sınıfların
hareketini yönlendirirse, sınıfların tavrı da ülkenin yapısını aynı şekilde
etkiler. Devrimci proletarya için önemli olan, ülkenin içinde bulunduğu durumu
doğru tespit ederek ona uygun düşen (devrimci hareketi yönlendiren ve bu
hareket içindeki sınıfsal öncülüğü koruyan) sınıfsal taktik tavrını belirlemektir.
Nasıl ki durum tahlilleri sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin kavranmasını
ifade ederse, her tavır da sınıfsal bir karakter taşır. Proletarya adına
hareket ettiğini söylemek ve proletaryaya “sahip” çıkmak (uvriyerizm)
proletarya öncülüğünü getirmez. Esas olan, mevcut durumu, gelişmenin temel
hareketini kavradıktan sonra ona uygun düşen proleter tavrı geliştirmektir.
Olayların görüntüsünde kalan vulgar tahlillere
dayanarak alınacak tavır, olguların iç dinamiğini kavrayamadığından olayların
gerisinde kalmaya mahkûmdur. Olayların ardından gelecek aktivist tavır ise,
gerçek bir aktivizmi (doğru ve çözücü olan) değil, sahte, “sol”a açık ve özde
sağ bir görüşü ifade eder. Sonuç, söz konusu olan politik pasifizme varıştır.
Yanlış tahlil ve tavırların (istenildiği kadar
olgulara dayandırılsın ve sınıfsal olduğu iddia edilsin) bizi
Marksizm-Leninizmden uzaklaştıracağı, proletaryanın öncülüğünden saptıracağı ve
bizi diğer sınıfların (özellikle küçük-burjuvazinin) seviyesine indireceği
bilinmelidir.
Devrime proletarya dışındaki diğer emekçi
sınıfların da katılacağı düşünülürse, proletaryanın öncülüğünün titizlikle
korunması da o derece önem kazanır. Proletaryanın öncülüğü de (bu konudaki
stratejik çözümleme yapıldıktan sonra) taktik meselelerde ortaya çıkar ve
somutlaşır.
Taktik meseleler, pratiğe ışık tutucu somut
çözümlemeler olması nedeniyle, devrimci pratiğin turnosoludur. Taktik
sorunların pratiğin yönlendirilmesinde ortaya çıkması, devrimciler arasındaki
teorik ve pratik tartışmaların, farklı görüşlerin çarpıştığı bir alan olmasına
neden olur. Devrim adına hareket eden her fraksiyon veya her ideolojik-politik
görüş, olayların öne çıkardığı taktik sorunlarda kıyasıya çarpışır. Olayların
nasıl gelişeceği ve götürücü dinamiğin ne olduğu önceden kesin olarak
bilinemeyeceğinden (elbette bu “bilinemezlik”, pratiğin nasıl şekilleneceğini
pratik ortaya çıkmadan bilinemeyeceği anlamında bir bilinemezliktir, yoksa
olayların ne yönde gelişeceği bilimsel olarak bilinebilir) taktik sorunlar
oportünizme ve revizyonizme açıktır. Ve revizyonistler taktik meselelerde ahkâm
kesmekten pek hoşlanırlar. Pratiğin canlı pınarında ise, revizyonist görüşler
açığa çıkar. Ne var ki, Marksist-Leninistler için bu durumlardaki görev,
devrimci savaşın rotasını düzenlemek olduğu kadar, revizyonizmin yüzünü de
açığa çıkarmaktır. Bu görev son derece önemlidir. Zira revizyonizmin egemen
olduğu bir görüşle geliştirilecek taktik tavır, stratejik önem taşıyabilir ve
devrimci hareketin kesin yenilgisine neden olabilir. Biz, her taktik meselede, karşı-devrime
karşı başarılı olacağımızı iddia edemeyiz. Böylesi bir görüş idealizme
saplanmak olur. Ancak, bazen öyle taktik meseleler vardır ki, stratejik öneme
sahiptir ve stratejiyi belirler. Böylesine stratejik öneme haiz taktik
meselelerde ise, revizyonizme kesin darbeler indirmek ve insiyatifi kaptırmamak
gerekmektedir. Taktik meselelerde devrimci pratiğin ve özellikle proletaryanın
görevi, gerek tahlilleriyle ve gerekse politikayı belirleyen tavrıyla diğer
sınıfların seviyesine inmek değil, aksine diğer sınıfları proletaryanın yanına
yükseltmek olmalıdır. Revizyonist görüşler ve taktikler bizi, diğer sınıfların
seviyesine indirir, proletaryanın ittifaklarını parçalar. Oysa doğru taktik
tavırlar ve şiarlar, ittifakların temelini teşkil eder.
BİRİNCİ
BÖLÜM
SİYASAL MÜCADELENİN
KÖKENİ EKONOMİDE VE SINIF MÜCADELESİNDEDİR
Son olayların gelişim rotası ve tüm ülkeye
yayılış biçimi üzerine çok çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşleri
tek tek ele alıp incelemek bir metoddur. Ancak biz, burada böyle bir polemiğe
girmeyi gereksiz görüyoruz. İzleyeceğimiz metod, her görüşün ve tavrın altında
yatan sınıfsal karakterden hareket ederek, proletaryanın görüşlerinin ne olması
gerektiğini sergilemek çabası olacaktır. Her siyasal görüş, içinde bulunulan
toplumu belli bir biçimde kavrayışın ifadesidir. Bizce önemli olan da budur. Ve
çabamız önce toplumu kavramaya yönelik olacaktır. Toplumsal dinamik, içinde
bulunduğu üretim ilişkilerine ve sahip olduğu üretici güçlere ve bunlar
arasındaki çatışmanın gelişme durumuna göre şekillenir. Bu noktadan hareketle
içinde bulunulan toplumu genelde doğru olarak kavrayabilmek ve gelişmenin
dinamiğini çıkarabilmek için, Mahir Çayan yoldaşın şu tespitinden hareket
etmeyi ve bu tespit üzerinde derinleşmeyi gerekli gördük. Yoldaş şöyle diyor:
“Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik
devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini -ki buna ülkedeki kapitalizm iç
dinamikle gelişmediği için emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış
olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk
kitlelerinin, özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek,
bu tepkilerle oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur (bu durum pasifizmin
ve revizyonizmin bu ülkelerdeki maddi dayanağını teşkil etmektedir).”[1]
Bu formülasyon, geri-bıraktırılmış ülkelere,
özellikle toplumumuza ilişkin bir tespittir. Ve bu tespite varabilmek için
dünyayı ve emperyalizmi, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki evrensel
çelişkinin günümüzdeki çatışma düzeyini kavramış olmak gereklidir. Yukardaki
tespiti, bu kavrayıştan yoksun olanlar, mekanik olarak ele almakta ve
eleştiriler yöneltmektedirler. Şimşekleri üzerine en fazla çeken “suni denge”
kavramı olmaktadır. Ancak bu konuda sistemli bir eleştiri bulunmadığından,
eleştirileri eleştirerek konuyu açmak yerine, doğrudan doğruya yukardaki tespitin
neden doğru olduğunu açmaya çalışacağız. Bu açım içinde derinleştirmeye
çalışacağımız tespitin felsefi ve iktisadi kökleri olacaktır.
Mahir Çayan yoldaşın formülasyonu, siyasi bir
formülasyondur ve bu formülasyonun felsefi ve iktisadi köklerini kavramamak,
mekanik olarak yorumlamak, bizi “sol” sapmaya olduğu gibi, ekonomizme de
götürür. Sınıflararası ilişki ve çelişkilerin, oligarşik devlet aygıtıyla
kitlelerin tepkileri arasındaki dengeye indirgenmesi mekanik bir yorumla
“etki-tepki” olarak ele alınırsa, iktisadi ve sosyal muhtevası kavranamazsa,
aynı “etki-tepki” mekanizmi içindeki düz mantık, toplumu bir fiske ile
yıkılabilecek bir yapı olarak ele alır. Bu takdirde “sol” foko anlayışın
temellerine varmış oluruz. Aslında aynı mekanik kavrayış, iktisadi köklerini
kavrayamamış olduğundan, içinde ekonomizmi de taşır. Etki (karşı-devrim)
tepkiyi (devrim) sindirdiği zaman, ekonomizm de bütün çıplaklığı ile açığa
çıkar. Bu nedenle bizce, siyasi formülasyonun iktisat ile bağlarını göstermek
temel neden olmaktadır. Ekonomi ile siyaset arasındaki bağı Lenin şöyle izah
ediyor:
“Marksizmin, genel olarak işçi sınıfı
mücadelesinin ve özel olarak da siyasi mücadelesinin derin iktisadi kökleri
bulunduğu yolundaki doğru önermesinden, ekonomistler, siyasal savaşıma sırt
çevirmek gerektiği, bu savaşımın gelişmesini geciktirmek, kapsamını daraltmak
ve hedeflerini kısa tutmak gerektiği gibi garip bir sonuç çıkarıyorlardı.
Siyasal savaşımdan yana olanlar ise, tam tersine, aynı önermelerden başka bir
sonuç, yani bugünkü savaşımızın kökleri toprağa ne kadar derinliğine dalarsa, o
ölçüde daha geniş, daha yürekli, daha büyük kararlılıkla ve daha büyük
insiyatifle harekete geçmemiz gerektiği sonucunu çıkarıyorlar.”[2]
İKİNCİ
BÖLÜM
DENGE KAVRAMLARI ÜZERİNE
Burada kısaca durup, denge ve suni denge
kavramlarını felsefi olarak ele almalıyız. Önce şunu belirtmemiz gerekir ki,
denge kavramı mekanik bir kavramdır ve durgunluğu ifade etmesi bakımından
Marksizm dışıdır. Gerek doğada, gerekse toplumda, diyalektiğin temel yasasını,
hareketin mutlaklığı teşkil eder. Hareket, diyalektiğin ve Marksizmin özünü
oluşturur. Marksizmde hedef, toplumsal hareketi ve bu hareketin hangi
çelişkilerin ifadesi olduğunu kavramaktır. Bununla beraber, toplumsal hareketin
belli aşamalarında, toplumu oluşturan çelişkiler yumağında, çelişkiler ve
çelişkilerin karşıt yönleri birbirine karşı hareket halinde iken, belli bir
uygunluk içine girerler ki, bu durumlara “denge” durumu diyebiliyoruz. Bir
toplumda “denge” durumunun olması, toplumsal dinamiğin yok olması ya da
toplumsal hareketin ortadan kalkması anlamına gelmez. Böylesine bir iddia,
materyalizmin inkârı olur. Hangi türden olursa olsun ve ister doğada ister
toplumda ele alınsın, hiçbir denge durumu mutlak değildir ve özünde bir dengesizliğin
ifadesidir. Zira her denge, bir hareketin düzenlenmiş biçimidir.
Bu konuda Engels’ten yapacağımız birkaç alıntı
konuyu aydınlatmaya yeterlidir:
“Denge, hareketten ayrılamaz. Dünyasal
cisimlerin hareketinde, hareket dengededir ve denge harekettedir (bağıntılı).
Ama tüm özellikle bağıntılı hareket, yani burada her cismin hareketi, hareket
halindeki bir cismin üzerinde, bağıntılı hareketsizliğin, dengenin meydana
getirilmesi yolundaki çabadır. Cisimlerin bağıntılı bir hareketsizlik içinde
bulunması olanağı, dengenin geçici durumları olanağı, madde ve bununla birlikte
hayatın farklılaşması için temel koşuldur.”[3]
Engels’in burada doğanın diyalektiğini
incelerken yaptığı çözümleme, toplumsal hareketler için de, genel yasası
çerçevesinde geçerlidir. Toplum, sınıflardan oluşmaktadır ve toplumdaki her
sınıf, üretimin belirlediği üretim ilişkileri içinde hareket halindedir.
Toplumdaki her sınıfın hareketi birbirine bağıntılıdır ve bir dengenin oluşması
yönünde hareket eder. Toplumdaki her sınıfın hareketi, tüm toplumun canlı
organizması içinde toplumun genel hareket dinamiğini oluşturur. Sınıflararası
çelişkiler toplumun genel hareket yasasını çizerler.
“Her bir hareket denge yönünde çaba gösterir,
bir bütün olarak hareket, her dengeyi ortadan kaldırır.”[4]
Toplumda sınıfların bağıntılı hareketi, üretimin
gelişme seviyesine uygun düşecek şekilde dengeler oluştururlar, ancak toplumsal
hareketin genel dinamiği, bu dengeleri parçalar ve toplum sürekli olarak yeni
dengelere ulaşmak yönünde hareket eder. Toplumun genel hareketini çizerken
oluşturduğu denge durumlarına, “barış dönemleri” ya da “evrim dönemleri” adı
verilir.
Toplumların evriminde toplumsal denge durumları,
sınıflararası çelişmelerin ve sınıflararası hareketlerin toplumun genel hareket
çizgisine uygun düştükleri zaman vardır. Bu durumlarda, toplumun genel
hareketinin (ki bu hareketi belirleyen üretici güçlerdir) lokomotifi olan
sınıfın çekişi (ya da bu sınıfın hareketi), diğer sınıfların o sınıfa (çekici
sınıfa) karşı olan hareketlerine (tepkilerine) üstündür. Toplumsal dengelerin
oluştuğu bir toplumda dengeleri oluşturan temel belirleyici, toplumun genel
hareketinin (ki buna “toplumun iktisadi evriminin hareketi” de diyebiliriz),
toplumun hakim sınıfının hareketiyle uygunluk göstermesidir. Aksi durumlarda
ise, toplumsal dengeden söz etmek yerine, toplumsal dengesizlikten söz etmek
daha doğru olacaktır. Ve bu anlamda olarak, bu tür denge durumlarına “suni
denge” demek yanlış olmayacaktır. Eğer bir toplumda suni dengenin varlığından
söz ediyorsak, o toplumdaki genel hareketin hakim sınıfın hareketiyle temel
çelişmesinden öte, antagonizmaya varma durumunun olduğunu da ifade ediyoruz
demektir.
Unutulmamalıdır ki, “Her denge ancak bağıntılı
ve geçicidir.”[5]
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
OLİGARŞİNİN
“SİYASAL ZORU”
EMPERYALİST İŞGALİ
YAŞATMAK İÇİNDİR
Mahir Çayan yoldaşın siyasi mücadeleye ışık
tutan formülasyonunda önemle üzerinde durulması gereken, siyasal zor ile üretim
ilişkileri arasındaki bağıntının somut şartlardaki (emperyalizmin III. bunalım
dönemindeki) biçimlenişini vermiş olmasıdır. “Halk kitlelerinin, özellikle
geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkilerle oligarşi
arasında suni bir denge” kurulmuşsa, burada dengeyi yaratan unsur, siyasal zor
olmaktadır. Yani oligarşinin siyasal zoru, yığınların tepkilerini pasifize ederek,
mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlayacak “denge” ortamını yaratmaktadır.
Bu açıklamada dikkati çekecek ve kafalara takılabilecek soru şudur: Bu ifadede
Dühring’in “siyasal durumların iktisadi durumun kesin nedeni olduğu” ve “zorun,
temel tarihsel unsur olduğu”na ilişkin görüşleri yok mudur? Bu soruya cevabı,
Dühring’e gerekli cevabı vermiş olan Engels’ten verelim. Engels, siyasal zor
ile iktisadi durum arasındaki bağıntıyı şöyle açıklıyor:
“İlkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte
iktisadi bir göreve dayanır ve ... ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine
daha da yabancı kaldığı ölçüde artar. İkinci olarak, toplumdan bağımsız
kılındıktan sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir; ya normal iktisadi
evrim yönünde, bu durumda ikisi arasında bir çatışma yoktur. Ya da zor,
iktisadi evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, iktisadi
evrim karşısında yenik düşer.”[6]
Genel olarak geri-bıraktırılmış ülkeler ve özel
olarak da ülkemiz toplumu, siyasal zor ile dengesini bulmaktadır.
Toplumumuzdaki siyasal zoru ortaya çıkaran, oligarşinin “subjektif”niyeti
(keyfiyet durumu) değil, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin ülkemiz
üretici güçleriyle çelişmesidir. Oligarşinin üstlendiği siyasal zor, üretim
ilişkilerinin ona “zorla” uygulattığı bir zordur.
İktisadi evrimin dünya çapında erişmiş olduğu
seviye, emperyalizmdir. Ve iktisadi evrimin kendi tarihi gidişiyle çelişme
noktasına gelmiş, kendi iç çelişkisini taşıyan bir seviyededir. Tarihi olarak
iktisadi evrimin dünya çapında ulaşmak istediği, çizmekte olduğu yolu,
sosyalizmdir. Bu anlamdadır ki, emperyalizm sosyalizmin arifesidir.
Siyasal zorun çağımızda iktisadi evrime uygun
düşen evrimi ve iktisadi durum karşısında üstlendiği görev, kapitalizmden
sosyalizme geçişin de tarihidir.
Her sınıflı toplumda siyasal zor vardır. Bu
“zor”, üretici güçlerin, gelişirken kendine uygun düşen üretim ilişkileri
çerçevesinde, üretici güçleri ellerinde tutanlara verdiği ve görevi olan bir
zordur. Bu siyasal zorun görevi, üretici güçlerin gelişmesinin yolunu açmaktır.
Üretici güçlerin gelişmesine engel olan, üretici güçlerin eski gelişme durumuna
uygun düşen (ama artık “eski” olan) eski üretim ilişkileri olacağı gibi,
üretici güçlerin “eski sahibi” sınıflar da olabilir. Bu durumlarda, siyasal
zor, iktisadi evrime uygun düşen ve onun yolunu açan görevini yerine getirir.
Bu şekilde iktisadi durum, kendi ilişkilerinin yarattığı siyasal zoru kendi
hizmetine sokmuş, onu toplumsallaştırmış olur. Kapitalizmin gelişme döneminde,
burjuvazinin siyasal zoru, böyle bir siyasal zordur. Ve tarihi görevini yerine
getirirken, feodallere ve köylülere karşı uygulanan siyasal zor haklıdır,
tarihin gidişine uygundur ve iktisadi evrimin yolunu açmaktadır.
İktisadi evrimin bu evrelerinde, toplum
dengededir. Toplumsal dengeyi sağlayan, iktisadi evrimin götürücüsü olan
sınıfın, toplumun diğer sınıflarını peşine takmış olması (siyasal olarak
yedeklemesi) ve siyasal zorun, toplumun bu gidişinden ayrı düşmeyerek, toplumu
geriye çekmek isteyen sınıfa karşı görevini yerine getirerek iktisadi evrime
uygun düşmesidir.[1*]
Toplum, iktisadi evrimin kendisine görev
yüklediği sınıfın tarih treninin başını çektiği ölçüde dengesini bulur. Bir
toplumda iktisadi gelişmenin sürükleyicisi, iktisadi evrime (tarih olarak) ters
düşen sınıf olduğu sürece ve siyasal zor toplumdan bağımsızlaştığı ölçüde
(böyle durumlarda siyasal zor kaçınılmaz olarak iktisadi evrime ters
düşmektedir), o toplum “dengesiz” bir toplumdur. Bir toplumda siyasal zor
iktisadi evrimden bağımsızlaşmış ve iktisadi durumu kontrol etmeye yönelmiş ise
ve toplum bu şekilde ayakta duruyorsa, o toplumdaki denge “suni denge”dir. Bu
bir niteliktir ve bu niteliği izah etmesi bakımından, toplumsal dengeyi
(dengesiz dengedir) “suni denge” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
“İktisadi evrimin dünya ölçüsünde ulaştığı
seviye, emperyalizmdir” demiştik. Şimdi, siyasal zorun, iktisadi evrimin bu
seviyesindeki durumuna ve toplumsal dengelere bakalım.
Emperyalist dönemin belirgin özelliği; üretici
güçlerin gelmiş olduğu seviyeye uygun olarak ortaya çıkan üretim ilişkilerinin,
üretici güçlerle uzlaşmaz zıtlığa varmasıdır. Bu durumun sınıfsal plana
yansıması, artık burjuvazinin tarih treninin lokomotifi olamaması, aksine,
ortaya çıkardığı sınıfın (proletaryanın) götürücü sınıf karakterine sahip
olmasıdır. İktisadi evrim artık öyle bir seviyeye gelmiştir ki, gelişmesi için
üretici güçlerini başka bir sınıfın, proletaryanın eline vermesi gerekmektedir.
Bu durum ise yeni bir siyasal durum, farklı bir sistem demektir ki, adı
sosyalizmdir.
Emperyalist dönemde üretici güçlerin ürünü olan
üretim ilişkileri, varlıklarını devam ettirmek için üretici güçleri baskı
altına almak zorundadır. Bir zamanlar burjuvazinin elinde toplumsal görevi olan
siyasal zor, bu kez yine burjuvazinin elinde mevcut üretim ilişkilerini,
üretici güçlere uygun düşen yeni bir biçimde düzenleme görevini yerine
getireceği yerde, engelleyici bir nitelik olan üretim ilişkilerini devam
ettirme görevini üstlenir. Yani topluma yabancılaşır. Bu ana çelişkinin nedeni,
burjuvazinin üretim ilişkilerinin esiri olarak, ileri götürücü lokomotif olma
yerine, geriye çekici bir ağırlık, posa olmasından gelir. Mevcut üretim
ilişkileri, hizmetine koştuğu siyasal zoru, varlığını ona borçlu olan
burjuvazinin elinde tarihin tekerini geriye çevirmeye zorlarken, toplumu da
yeni bir siyasal zora gebe bırakır. Bu siyasal zor, proletaryanın devrimci
zorudur.
Emperyalizmin ortaya çıkardığı üretim ilişkileri
(tekeller, bankalar, borsalar, otomasyon, sibernetik, vb.) burjuvaziyi
kıskıvrak bağlar ve onu daha çok parazit haline sokar. Ama bu rantiyeci tekelci
burjuvazinin üretim ilişkileri, gerek iktisadi hayatta, gerekse topluma
verdikleri ile, aslında burjuvazinin başının belasıdır. Onu, her durumda daha
zor durumlara düşürür. Enflasyonuyla, işsizliğiyle, anarşisiyle ona ecel
terleri döktürür. Ama bu durumda, tekelci burjuvazinin gayretleri boşunadır.
Tekelci burjuvazi, iktisadi yapıyı istediği kadar düzenlemeye (çelişkileri
azaltmaya) çalışsın, mevcut üretim ilişkileri karşısında yenik düşer ve onun
hizmetine girer. Ve giderek de siyasal zora, onun (üretim ilişkilerinin)
gerektirdiği biçimde, daha çok sarılır. Bu nedenle, siyasal zor iktisadi durumu
“kontrol” altına almaya yönelirken, tekelci burjuvazinin iradesiyle değil,
üretim ilişkilerinin “zor”laması ile görev yapar. Siyasal zorun topluma
yabancılaşması, üretim ilişkilerinin zorlamasıyla olur.
Bu konuda Marks şöyle diyor:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar,
aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler kurarlar; bu
üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişmesine
tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli
toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının
üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.”[7]
Emperyalist dönemin siyasal zoru, iktisadi
evrime karşı çıktığı içindir ki, onunla çatışma halindedir ve yenilmeye
mahkûmdur.
Emperyalist dönemin siyasal zoru, her toplumda
şu veya bu şekilde biçimlense de, nitelik olarak aynıdır. Biçimsel
farklılıklar, ülkelerin kendi iktisadi evrimlerinin seviyesine göre ortaya
çıkar. Nitelik olarak aynı olmaları ise, aynı üretim ilişkilerinin (emperyalist
üretim ilişkilerinin) gereği olarak ortaya çıkmalarından gelir. Emperyalizmin
egemen olduğu her ülkede nitelik olarak aynı olan siyasal zor, gene aynı üretim
ilişkileri tarafından hizmete sokulur ve gücünü gene aynı ilişkilerden alır.
Üretim ilişkileri siyasal zoru kendi hizmetine almış olduğundan iktisadi
“güç”ler giderek daha artan bir biçimde “zor”un somutlaştığı “askeri” plana
dönüşürler. Emperyalist ekonominin askerileşmesi, üretim ilişkilerinin bir zorlamasıdır
ve siyasal zoru sürdürme zorunluluğundan kaynaklanır. Siyasal zor, askeri
mallar üzerinde maddeleşir. Bu konuda Engels şöyle diyor:
“Zor, bugün ordu ve donanma demektir ve her
ikisi de, hepimizin zararını çekerek bildiği gibi, “tuzluya oturur.”[8]
Günümüzde siyasal zor, uçak demektir, füze
demektir, tank demektir. Üretim ilişkilerinin dünya çapındaki gelişkinlik ve
yaygınlık düzeyi, siyasal zorun maddeleştiği askerileştirmeyi de
yaygınlaştırmış, adeta bir erek haline sokmuştur.
Özellikle, emperyalist üretim ilişkilerinde
ekonomik “güç”lerin yetersiz kaldığı yerlerde, askeri “güç”ler üretim
ilişkilerinin devam ettirilmesinin araçları olmaktadır.
Bugün geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalist
üretim ilişkileri, varlıklarını sürdürebilmelerinin şartını, siyasal zorun
“askeri” olarak maddeleşmesinde bulmak zorundadır.
Emperyalist sistem içindeki ve emperyalizmin bir
halkası haline gelmiş toplumlarda toplumsal denge, o toplumdaki üretici
güçlerin gelişme seviyesine göre şekillenir. Metropollerdeki toplumsal
dengelerle, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki toplumsal dengeler aynı değildir.
Farklılık, ülkelerdeki üretici güçlerin gelişme seviyesine ve buna uygun
düşecek biçimde iktidarı elinde tutan sınıf (veya sınıfların) diğerlerini
siyasal olarak yedeklemesine göre biçimlenir. İktisadi evrimin dünya çapında
ulaştığı seviyeden ve üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki evrensel
çelişkiden dolayı, sisteme bağlı bütün toplumlarda nitelik olarak aynı
toplumsal dengesizlik var ise de, bu durum her ülkedeki toplumsal dengenin aynı
dengesizlik düzeyinde olduğunu göstermez. Ülkeler arasındaki farklılıklar,
genel duruma uygun biçimde, ülkelerin özelini belirler. Özel durumlar,
emperyalist zincirin hangi halkalarının kırılma durumunda olduğunu ortaya çıkarır.
Sisteme bağlı ülkelerdeki somut şartlar (üretim düzeyi, üretici güçler), dünya
düzeyindeki üretim ilişkilerine uyumu ve çelişme derecesine ve toplumun içinde
bulunduğu iktisadi evrimin (burada iktisadi evrimden kastedilen, o ülkenin
üretici güçlerinin seviyesine göre şekillenen kendi iç dinamiğini belirleyen
iktisadi yapısıdır) seviyesine göre şekillenir. Elbette ki, üretici güçlerin en
fazla geliştiği ve iktisadi evrimin en ileri düzeyde (sosyalizme geçme
düzeyinde) olduğu metropol ülkeleriyle geri-bıraktırılmış ülkeler, aynı somut
şartlarda olamazlar. Bu noktada ekonomizme varan düz mantık, metropol
ülkelerinde toplumsal dengesizliğin daha üst düzeyde ve devrimci durum için
somut şartların daha uygun olacağını iddia ederse de, durum böyle değildir. Bunun
da nedeni, devrimci durumun, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki
çelişkinin çatışma durumuna ve iktidardaki sınıfın (ya da sınıfların)
diğerlerini yedeğine alıp almamasına göre belirlenir. Metropollerde üretim
ilişkileri, “güç”lerini diğer sınıfların yedeklenmesi yolunda kullanabildikleri
halde, bu durum, geri-bıraktırılmış ülkeler için hemen hemen imkânsızdır. Bu
tip ülkelerde üretici güçlerin gelişme seviyesi buna imkân vermez. Aksine,
üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki çelişkiyi keskinleştirir.
Toplumsal dengedeki dengesizlik düzeyi giderek yükselir. Devrimci durum,
çatışmanın maddi şartlarını her an içinde taşır. Bu nedenle, bu tip ülkelerde
siyasal zor, mevcut üretim ilişkilerini devam ettirme görevini, devrimci
durumun maddi şartlarına karşı, askeri biçimde maddeleşmenin şartları içinde
yerine getirebilir. Sorun, ülkedeki mevcut “siyasal zorun ekonomik durumu”
belirleyemeyeceğini kavrayabilmektir.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
TÜRKİYE TOPLUMU DEVRİME
GEBEDİR
Emperyalizmin III. bunalım döneminde
geri-bıraktırılmış ülkelerde, iktisadi evrim feodalizm sürecini aşmış,
kapitalizm sürecini yaşamaktadır. Bu durum, tarihi bir çözümlemedir ve
geri-bıraktırılmış ülkelerin günümüzdeki ele alınışlarında temel hareket noktası
olarak görülmelidir. Hiç şüphesiz, geri-bıraktırılmış ülkeler bir kalıptan
çıkmış değillerdir ve her ülke üretici güçlerinin gelişme seviyesine göre
ötekilerden farklılıklar gösterir. Genel olarak aynı karakter içindedirler ve
farklılıkları kendi özel durumlarını belirler. Ancak, özel durumlarda ortaya
çıkan farklılıklar, her ülkenin tarihinden gelen farklılıklar ile buna uygun
düşen biçimde, feodal üretim ilişkilerinin tasfiye derecesidir.
Biz, her geri-bıraktırılmış ülkeyi yakınen
(tarihiyle ve üretici güçlerinin seviyesiyle) tanımıyoruz. Bu nedenle,
geri-bıraktırılmış ülkeler üzerine olan genellemelerimiz, genel olarak
emperyalizme ve özel olarak da ülkemizin yapısına yansıyan geneli
yakalayabildiğimiz kadar geneldir. Felsefi hareket noktamız, “her özel, geneli
içinde taşır” olmaktadır. Özel olarak ülkemiz, genel olarak da
geri-bıraktırılmış ülkelerde iktisadi evrimin feodal süreci tamamlaması, tek
başına bir olgu değildir. Bu ülkelerde feodalizmin tasfiyesi, bu tasfiyeye
uygun düşen üretici güçlerin değişiminin ve ona uygun üst yapının oluşması ile
tamamlanır. Geri-bıraktırılmış diye tanımladığımız (bir kısım görüşlere göre 3.
dünya ülkeleri) ülkeler, kapitalizmin bir dünya sistemine dönüşmesi sürecinde
sömürge ülkeler olarak, dünya kapitalizminin üretim ilişkileri içine
girmişlerdir. Bu süreç içinde, kimi ilkel (aşiretler ve kabileler düzeyinde),
kimi feodal düzeyde, kimi de kapitalizmin tohumlarının yaşadığı feodalizmden
kapitalizme geçiş aşamasında olan ülkelerdir. Bu ülkeler hiç kuşkusuz, emperyalizmin
üretim ilişkileri içine girmeseler, kendi iktisadi evrimlerini, tarihi gelişim
çizgisine uygun olarak tamamlayacak ülkelerdir. Ne var ki, emperyalizm bir
dünya sistemi olarak ortaya çıktığı andan itibaren, bu ülkelerin kendi iktisadi
evrimlerine uygun düşen üretici güçleri ve üretim ilişkileri ile emperyalizmin
getirdiği üretim ilişkileri arasında bir “çatışma” ortaya çıkmıştır. Bu
“çatışma”da üstün gelen ve kendini kabul ettiren, emperyalist-kapitalist üretim
ilişkileridir. “Daha ileri üretim ilişkisi, daha geri olan üretim ilişkisini
tasfiye eder” genel kuralına uygun olarak emperyalist-kapitalist üretim
ilişkileri, ülkenin geri olan üretim ilişkilerine üstün gelerek, ülkedeki
üretici güçleri, kendi üretim ilişkilerine göre şekillendirmiştir. Üretici
güçlerin bu “şekillenişi”inde şekillenme, tarihi gelişime ve toplumun içinde
bulunduğu maddi üretim seviyesine ve de sınıfların hareketine uygun
olamadığından, “çarpık” veya “dengesiz”dir. Üretici güçlerin evrimini
belirleyen (tayin eden, şekillendiren), o ülkenin kendi toplumsal (iç) dinamiği
değil, emperyalizmin o ülkeye soktuğu emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerinin (dış) dinamizmidir. Ve bu ülkelerdeki temel çelişme aslında, bu
iki dinamik arasındaki çelişmedir. Bu konuda Mao Tse-Tung şöyle diyor:
“Üretici güçlerin, pratiğin, ekonomik alt
yapının, genellikle ana ve tayin edici rolde belirdikleri doğrudur. Bunu inkâr
eden, materyalist değildir. Fakat belli şartlar altında, üretim ilişkileri,
teori ve üstyapı gibi yönler, kendilerini baş ve tayin edici rolde meydana
koyabilirler. Bunu da kabul etmek gerekir. Üretim ilişkileri değişmeksizin
üretici güçler gelişemiyorsa, üretim ilişkilerindeki değişme, baş ve tayin
edici rol oynar.”[9]
Bu iki dinamiğin “çatışma”sı, çelişkinin
özdeşliğine uygun olarak, her zaman çatışma biçiminde görülmez. Uyuşma
biçiminde de görülür. Bu “çatışma” ve “uyuşma”, birbirinden ayrı olgular değil,
birlikte görülen ve her iki durumda da görev yapan sınıfların, üretime ve
şekillenen toplumsal güçlerine göre ortaya çıkan olgulardır. (Burada sınıfların
toplumsal gücü, genel olarak toplumsal harekete uygun düşmesiyle belirlenir. Bu
nedenle, gücü belirleyen, niteliktir. Bizim gibi ülkelerde, en güçlü sınıf,
proletaryadır.)
Bu iki dinamiğin yönlerini ve unsurlarını tespit
etmek ve bu unsurların, o ülkenin somut şartlarındaki biçimlerini yakalamak,
kısaca o toplumu kavramak ve gelişmeleri görmek demektir. Bir
Marksist-Leninistin görevi de herşeyden önce, bu kavrayışa ulaşmak olmalıdır.
Emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkelere
soktuğu üretim ilişkileri, daha önce de açıkladığımız gibi, tarihi-iktisadi
evrime ters düşen ve üretici güçlerin gelişmesini engeller niteliktedir.
Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin bu niteliği geri-bıraktırılmış
ülkelerde yok olmaz, aksine daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkar.
Emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri,
rantiye ve parazit niteliğiyle ülke ekonomisinin içine girer. Bu ilişkilerin
dinamiği, daha fazla değeri ve emeği, sermayenin ve üretimin yoğunlaştığı
metropollere götürmek şeklindedir. Bütün ilişkiler bu hareketi gerçekleştirmek
için görev yapar. Bütün “güç”ler bu temel görevi yerine getirmek için hareket
halindedir. Emperyalizmin üretim ilişkileri öz olarak kapitalist bir nitelik
taşıdığından, girdiği yerlerde kapitalist üretim ilişkilerinin boy atmasına da
neden olur.
Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin
girdiği ülkede, eğer feodalizmin bağrından çıkan kapitalist üretim ilişkileri
varsa veya üretici güçlerin gelişmesi kapitalizme doğru yönelmişse, o ülkeye
giren dış dinamik, kendi iktisadi “güç”lerini (gerekirse bu güçleri
askerileştirerek) ülkenin kapitalist ilişkilerini kendine tabi kılmak yolunda
kullanır. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri baskın çıkar ve gelişmekte
olan ülkenin kapitalizmi, emperyalizme bağımlı hale gelir. Bu durum aynı
zamanda, iç dinamiğin de çarpıtılmasıdır. Zira, emperyalizmin ülkeye girişi
olmasa,[2*] iktisadi evrime uygun olarak gelişen kapitalizm ve onun egemen
sınıfı burjuvazi, toplumsal hareketin lokomotifi olacak ve toplumu daha ileri
bir topluma kendi iç dinamikleriyle götürecektir. Ülkede gelişen kapitalizm ve
burjuvazi, diğer sınıfların, hatta proletaryanın da desteğini alarak, toplumsal
dengeyi kuracaktır. Bu durumdaki burjuvazinin ve kapitalist üretim
ilişkilerinin yönü ileriye doğru ve ülkenin üretici güçlerini geliştirecek
biçimde mevzilenmiştir. Ancak, kapitalizmin dünya sistemi olmasından
(emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin tüm dünyaya yayılmasından) sonra,
böyle bir durumdan söz edilemez. Bu nedenle, hangi ülkede olursa olsun,
kapitalizmin bir dünya sistemi olmasından sonra, burjuvazinin toplumsal
önderliğinden söz edilemez. Ülkedeki mevcut kapitalist ilişkiler ve burjuvazi,
emperyalist-kapitalist ilişkilerle karşılaştıktan ve ona tarihi süreç içinde
tabi olduktan sonra, ilerici niteliğini yitirmiş ve üretici güçleri engeller
bir niteliğe bürünerek, iç dinamiğin hareketine karşı olmaya başlamıştır.[3*]
Artık tarihi misyonu elinden kaçıran burjuvazi,
bağrından çıktığı feodalizmi ve geri üretim ilişkilerini devrimci bir biçimde
tasfiye edemez. Ülkede gelişen emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri
feodalizmi tasfiye ediyorsa, bu tasfiye, üretim ilişkilerinin kendi rantiye ve
parazit ilişkilerine uygunluğu ölçüsünde ve kapitalist ilişkilerin geri üretim
ilişkilerini “zorunlu” çözmesindendir. Ülkenin burjuvazisi “siyasal zoru”nu,
üretici güçlerin gelişmesi yönünde feodaller üzerinde değil, “mevcut üretim ilişkilerini”
yaşatmak üzere kullanmaya yönelir. Artık böyle bir toplumda, toplumsal dengeden
söz edilemez. Toplumda hakim olan, dengesizlik (ya da suni denge) ve kaçınılmaz
sonuç da bunalımdır.
Bütün bu tarihi gelişmeler, her ülkenin tarihi
gelişimi ve üretici güçlerinin seviyesine göre, belli süreçler içinde
biçimlenirler. Ne var ki, hangi biçimlerde oluşursa oluşsun, emperyalizmin III.
bunalım döneminde karakteristik olarak geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya
çıkan, emperyalizme bağımlı biçimde gelişen ve tasfiye olan feodalizmdir.
Bu durum, emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerinin tüm ülkeyi ve ülkenin üretici güçlerini kendisine tabi kıldığı
anlamına gelir. Ancak, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin o ülkenin
kendi üretim ilişkileri halini alması, ülkedeki iç ve dış dinamikler
çelişmesinin ve çatışmasının ortadan kalktığı anlamına gelmez. Yeni durum,
çatışmada emperyalist “güç”lerin kesin egemen olması ve giderek uyumun öne
çıkması şeklinde bir çözümdür (sentezdir). Ne var ki, bu yeni durumda,
çatışmanın ortadan kalktığı ve yerine uyumun geçtiği şeklindeki tahlil, mekanik
ve ampirik bir tahlildir. Yeni durumun sentezinde ortaya çıkan, basit bir yer
değiştirme değil, aksine, bağıntılı bir biçimleniştir. Çatışma yok olmamış,
uyumun (önde olan, hakim olan yan) içinde daha büyük bir dinamiğe yükselmiştir.
Çatışma azalmamakta, aksine büyümektedir. Toplumsal hareketi belirleyen
dinamikler arası bu çatışma, üretimin gelişme seviyesine uygun olarak toplumda
yer alan sınıflararası çelişki ve hareketlerde gizlenmiştir. Emperyalist üretim
ilişkileri, hayatiyetini devam ettirmek için her şeyden önce bu sınıfsal
çatışmaya tavır almak zorundadırlar. Çünkü, ülkenin kendi iç dinamiğinin
(iktisadi evriminin) götürücüsü olan sınıfın (proletaryanın) sınıfsal hareketi,
çelişmeyi çözecek niteliktedir.
Bugün geri-bıraktırılmış ülkelerde (bizde de
olduğu gibi) toplumun kendi iktisadi evriminin kapitalist güçleri,
emperyalizmle tam bir uyum içinde emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin
yaratıcısı ve geliştiricisi olmuşlardır. İktidardaki oligarşi, emperyalizmin
ülkedeki varlık biçimidir. Bu durumda ülkedeki “çatışma” ve “uyum” ve buna
uygun düşen “toplumsal denge”yi incelemek gerekmektedir.
Ülkedeki hakim üretim ilişkisi
emperyalist-kapitalist olduğundan ve feodal üretim ilişkileri tabi kılınarak
tasfiye olunduğundan, üretim kargaşası, kapitalizmin o kendine özgü üretim
kargaşasının çok üzerindedir ve nitelik olarak süreklilik arz etmektedir.
Üretimdeki bu kargaşayı yaratan, temelde, ülkedeki üretici güçlerin emperyalist
üretim ilişkilerine tabi biçimde nispi olarak gelişmesidir. Ülkenin iç
dinamiği, üretici güçleri, kendi toplumsal çıkarları doğrultusunda geliştirmek
için zorlarken, üretici güçlerin sisteme bağlı biçimde (metropollere yönelik)
düzenlenmesi, hem üretici güçlerin serbest gelişmesini engellemekte, hem de
üretimde sürekli bir bunalım yaratacak olan bir kargaşa (üretim anarşisi)
doğurmaktadır. Bu durum, ülke ekonomisinin (emperyalizme bağımlı olmasından
gelen) emperyalizmin hastalıklarından etkilenmesiyle birlikte, (bağıntılı
olarak) ekonomik bunalımın temelini oluşturur. Özetle, o ülkedeki ekonomik
bunalımın temelinde, ekonomik dengenin ülke içinde değil, metropollerde
tamamlanması yatar. Ekonominin (emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin
yönlendirdiği) bu hareketi, ülkenin üretici güçlerinin gelişme hareketiyle
çeliştiğinden, engelleyici niteliktedir.
Ancak, emperyalist üretim ilişkilerinin
kapitalist karakteri, III. bunalım döneminde geri-bıraktırılmış ülkelerde
iktisadi evrim sürecinin kapitalizm olmasıyla “uyum” gösterir. Bu “uyum” sadece
karakterden gelen bir uyumdur ve sadece karaktere özgü oluşu ve hareket
yönlerinin farklı oluşu nedeniyle, özünde “çatışma”yı barındırır. Bu “uyum”,
üretici güçlerin nispi gelişmesinin maddi temelini oluşturur. Ne var ki, gene
bu “uyum”, ülkedeki toplumsal dengesizliğin nispi denge durumunu sağlar.
Ekonomideki bu göreli denge durumu ise, bu tip ülkelerdeki revizyonizmin ve
pasifizmin maddi temelini teşkil eder. Bu durum aynı şekilde, oligarşinin,
mevcut üretim ilişkilerini “şekli demokratik ortam” içinde koruyabilmesinin de
maddi temelini oluşturur. Ancak, gene “bu durum”dan, ülkede toplumsal bir
dengenin oluştuğu ve “bu durum”un “nitelik belirleyicisi” olduğu sonucu
çıkarılmamalıdır. Böylesine bir sonuca varmak, revizyonizme ve pasifizme
saplanmak olur. Kavranması gereken, “bu durum”un göreliliği ve “şekli uyum”un
altında daha büyük bir “çatışma”yı taşımakta olmasıdır. Bu “uyum” durumu,
tarihi süreçteki yerini, feodalizmin çözülmesine borçludur. Zira, feodalizm
çözüldüğü oranda kapitalist ilişkiler yaygınlaşma imkânı bulur ve ülkenin iç
dinamiği (iktisadi evrimi) kapitalizme yönelik olduğundan, tarihi süreçte
“uyum” durumunun objektif koşulları ortaya çıkar. Özellikle “bu durum”un
kavranmamış olması, ülkemizde orjinal “devrim teorileri”ni çeşitlendirmektedir.
Burada kısaca durup, ülkemizdeki iç dinamiğin
“zor”ladığı iktisadi evrimin hangi aşamada olduğunu kısaca ele alalım. Genel
olarak, feodal süreçte olsa bile, iç dinamiğin yönü kapitalizme doğrudur. Bu
kaba gerçeği inkâr etmek, tarihi materyalizme ters düşmek olur. Ancak, iktisadi
evrimin yönünün kapitalizm olması, devrimden sonra “ülke kapitalizmini kurmanın
şart olduğu” anlamına gelmez. Böyle bir önerme, ekonomizmin ötesinde, kaba
evrimcilik olur. İktisadi evrimin dünya çapında ulaşmış olduğu seviye
(emperyalizm), iktisadi evrimin tarihi yolunun sosyalizm olduğu ve bu aşamaya
geçişin objektif şartlarının var olduğu bir dönemdir. Bu tarihi gidişe ters
düşmemek için, devrimini yapan her ülke mutlaka (kendi üretici güçlerinin
elverdiği ölçüde) sosyalist üretim ilişkilerini kurmalıdır. Ancak bu durum,
ülkede kapitalist üretim ilişkilerinin olmayacağı anlamına da gelmez. Aksine,
proletaryanın gelişmesi ve diğer sınıfları yedekleyebilmesi için, ülkedeki
kapitalist üretim ilişkileri, sosyalist üretim ilişkilerine tabi bir biçimde,
üretici güçlerin sosyalist üretimin tek üretim biçimi olmasına uygun düşecek
şekilde güçlenmesine kadar (giderek yok oluş biçiminde) yaşatılmalıdır. Ülkenin
kendi iktisadi evriminin kapitalizm yönünde olması, devrimin burjuva
karakterini simgeler ve devrimin kaçınılmaz olarak demokratik devrim olmasını
getirir. Bu anlayış, Marksizm-Leninizmin kesintisiz devrim anlayışıdır.
Ülkemizde feodalizmin hemen hemen tasfiye
edilmiş olması, ancak bu tasfiyeye uygun düşen bir nitelikte kapitalizmin
gelişmemiş olması, hem yarı-feodal üretim ilişkilerinin kısmen yaşamakta
olmasının, hem de sınıfsal olarak feodallerin üst-yapıdaki etkinliklerinin
maddi temelini oluşturmaktadır. Bu çözümlemelerden, ülkedeki ekonomik ve siyasi
kargaşanın nedeninin, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin devamını
sağlayan hareket ile feodal üretim ilişkilerinin (üst-yapısı ve hatta siyasi
etkinlikleri de dahil) hareketi arasında çelişme olduğu yanılgısına
varılmamalıdır. Böyle bir yanılgı, temel çelişmeyi gözden kaçırmak olduğu gibi,
tekelci burjuvaziye misyon yüklemek olur. Bu görüş, devrim sorunlarında
karşımıza tehlikeli (saptırıcı) bir biçimde çıkar.
Bizim gibi ülkelerde gücünü sistemden alan
üretim ilişkileri, geri üretim ilişkilerine kendini kabul ettirir ve onları
kendine tabi kılar; ancak bu “zor”lamak, bir uzlaşmadır ve iktisadi temeldeki
bu çelişme mutlaka sosyal ve siyasal plana da yansır. Ülkenin ekonomisi
dengesini temelde, sistemde bulmasına karşılık, ülkenin iktisadi evriminin
zorlamalarının dengesini üretici güçlerin gelişmesinde bulamaması, buna
karşılık dışa bağımlı yapının getirdiği emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerinin zorlaması ile karşılanması, toplumsal dengeyi sunileştirir.
Özetle: Ülkemizde dış dinamiğin (emperyalizmin), ülkenin iç dinamiğini bozması,
toplumu dengesizleştirmiş ve kendine uygun düşen bir suni dengeyi
oluşturmuştur.
Şimdi de, ülkemizdeki suni dengeyi ve siyasal
zoru incelemeye geçelim.
Emperyalizmin III. bunalım döneminde yeni-sömürgeciliğin
bütün özelliklerinin yansıdığı ülkemizin tarihi köklerinden gelen orjinalliği,
feodal yapının Osmanlı toplumundan gelen özelliğini yansıtması ve geçmişte
sömürge durumunda bir ülke olmamasında yatmaktadır. Bu iki özellik, ülkemizin
içinde bulunduğu yapının genel karakterini değiştirmez; ancak, yarı-sömürge
oluşum sürecini ve biçimlenişindeki özelliği verir. Biz burada, bu özellikten
daha çok, geneli ile ilgilendiğimizden, özele fazlaca inmeyeceğiz. Zira
ülkemizin geneli kavranmadan, özeli kavranamaz. Özelinden kalkarak açıklama
getirenlerin de gerçekten “orjinal” sonuçlara varmaları bundandır. Süreç hangi
biçimde gerçekleşirse gerçekleşsin ve hangi özellikleri taşırsa taşısın, bugün
ülkemizdeki yapı ve içinde bulunduğumuz suni denge, geri-bıraktırılmış
ülkelerin karakterini taşır. Toplum, emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerince şekillenmektedir. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin
ülkenin ekonomisini önce dünya ekonomisine katması, daha sonra üretime sızarak
onu kontrol altına alması sürecinde, iç dinamik ile gelişmeye çalışan
kapitalist unsurlar hızla emperyalizmle uyum içine girmişler ve üretim
ilişkileri olarak emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin rayına
oturmuşlardır. Bu süreç, üretimin metropollere yönelik gelişmesi, üst yapının
emperyalizmin üretim ilişkilerine göre düzenlenmesi ve ülke burjuvazisinin
(giderek) tekelleşerek (üretim ilişkilerinin kaçınılmaz sonucudur bu) iktidarı
ortaklarıyla alması şeklinde somutlaşmıştır. Bu somutlaşmada iktidar, gerek
sınıfsal, gerekse yönetim olarak, oligarşik bir nitelik almıştır.[4*]
Oligarşi, mevcut üretim ilişkilerini devam
ettirmek zorunda olduğundan, toplumun genel hareketinin başını çekemez.
Oligarşinin çekişi, genel hareketin yönüne ters düştüğünden, toplumun genel
hareketini götürme durumundaki proleter hareketle çelişme içindedir. Proleter
hareket, toplumu çekmenin objektif temellerini ve dinamiğini taşır. Bu görevi
proletaryaya tarih vermiştir ve bu, proletaryanın tarihi misyonudur.
Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin,
ülkenin iktisadi evrimi ile çatışma ve “uyum” durumu, sınıfsal plana,
oligarşinin başta proletarya olmak üzere emekçi yığınlarla çatışması,
feodallerle “uyum”lu çatışması, köylülükle “iktisadi uyum” çerçevesinde “uyum”u
şeklinde yansır. Oligarşinin feodallerle ve köylülükle olan uyumu, ülkedeki
nispi demokratik ortamın temelini oluşturur.
Ülkedeki nispi demokratik ortam, feodallerin üst
yapısal olarak varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bir “demokratik” ortam
olduğu gibi, köylülüğe de o iktisadi “uyum” için gereklidir.
Tarihi gelişim içinde bu nispi “demokratik”
ortamın yaşatılmasında feodallerin varlıklarını üst yapıda devam ettirme
gerekçesi, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin feodal üretim ilişkisi
ile çatışmasının artması ve feodallerin tasfiyesi oranında ortadan
kalkmaktadır. Ancak, bu durumdan dolayı, nispi demokratik ortamın kaldırılma
durumlarında, tekelci burjuvazinin feodallere tavır alışını “tek başına” ele
almak, hele hele “uyum” için buna başvurduğunu söylemek, son derece büyük
hatadır. Böyle bir hata içinde olmak, bizi oligarşinin yanına savurur. (Ülkemiz
devrimci pratiğinde bunları gördük ve görmekteyiz.) Bugün ülkemizde nispi
demokratik ortamın yaşamasının temel nedeni, köylülüğün (ve ülkemizde tarihi
etkinliği olan şehir küçük burjuvazisinin sosyal ve siyasal olarak) iktisadi
“uyum” içinde siyasal olarak yedeklenmesindendir. Bir başka deyişle,
ülkemizdeki nispi demokratik ortamın yaşamasının sınıfsal temelinde, köylülüğün
ikili tavrı yatar. Köylülüğün bu ikili karakterinin kavranamaması, bizi daima
sapmalara sürükler. Ülkemizdeki toplumsal dengesizliğin daha iyi kavranabilmesi
için bu konu üzerinde biraz duralım.
Köylülüğün ülkemizdeki ikili karakteri, ülkenin
iktisadi evriminin kapitalizme yönelik olmasıyla, emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerinin ülkenin iç dinamiğine ters düşüşünden kaynaklanır. Köylülüğün bu
ikili karakterinde, devrimci karakter ağırlıktadır, hakim olan yandır.
Köylülüğün, özünde burjuva olmasına karşılık, devrimci bir karakter taşıması ve
devrime katılması, devrimimizin de burjuva karakterini simgeler. Köylülüğün
aslında burjuva olmasına karşılık, devrimci bir karakter taşıması, onun
subjektif niyetinden değil, ülkedeki emperyalizmin yarattığı objektif temelden
gelir. Köylülük, “saf” bir sınıf olmayıp, içinde çeşitli katlara (sınıfsal)
ayrılır. Köylülüğün bu ayrışması, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin
ülkeye yayılış durumuna ve feodalizmin çözülüşüne göre biçimlenir. Köylülük
genel olarak devrime katılacaksa da (elbette ki zengin köylülük dışında, orta
köylülük kısmen, küçük ve yoksul köylülük temel), içindeki her katmanın katılış
biçimi birbirinden farklı olacaktır.
Köylülük her ne kadar burjuva karakter taşısa
da, ülkenin iktisadi evrimi kapitalizme yönelik olsa da, devrimin ve toplumun
çekici sınıfı olamaz. Bunun da nedeni, isterse kapitalist toplumda olsun,
gelişmek isteyen üretici güçleri eline alamayacak, onları elinden tutup
geliştiremeyecek olmasındandır. Aksine, üretici güçler geliştikçe, köylülük de
yok olmaya doğru gidecektir. Bu durum, köylülüğün gerek devrimde çekici
olamamasının, gerekse de devrimden sonra kapitalist ilişkiler yaşatılsa dahi,
devrimi engelleyecek bir güç olamamasının objektif temelini oluşturur.
Köylülüğün bu yapısı, onun her dönemde toplumsal
denge içinde yedeklenen güç olmasını getirir. İsterse feodalizme karşı mücadele
içinde olsun, köylülük bu mücadelesini başarıya ulaştırabilmek için ya
burjuvazinin ya da proletaryanın önderliğine ihtiyaç duyar. Avrupa tarihi büyük
burjuva devrimi öncesi sayısız köylü isyanları ile dolu olduğu halde,
burjuvazinin önderliği olmadan burjuva devrimini gerçekleştirememiştir. Aynı
şekilde, Rusya ve Çin’deki sayısız köylü isyanları, proletaryanın önderliği
olmadan devrime ulaşamamıştır.
Toplumumuzda da köylülüğün ikili karakteri, onun
hem tekelci burjuvaziye ve hem de proletaryaya yedeklenmesinin temelini
oluşturur. Köylülüğün oligarşiye yedeklenmesinin subjektif temelini, mevcut
üretim ilişkilerinin kapitalist karakteri, objektif temelini de feodal üretim
ilişkilerinin çözülmesi ve üretici güçlerdeki nispi gelişme teşkil eder. Bu
“uyum”, köylülüğün oligarşiye siyasal olarak yedeklenmesinin ve nispi
demokratik ortamın maddi temelidir. Aynı zamanda, sosyal reformizmin de maddi
temelidir. Ne var ki, bu yedeklenme mutlaklaştırılmamalıdır. “Uyum”un çatışmayı
içinde taşıması ve derinleştirmesi kavranamazsa, revizyonizme düşülmüş olur.
Ancak, bu “uyum” durumunu kavramamak da, toplumu ve köylülüğü kavramamak
anlamına gelir. “Uyum”un çatışmayı içinde taşıması bağlantısından hareketle,
“uyum” artsın, çatışma büyüsün mekanik yorumlamasına varılmamalıdır. Bu mantık
bizi pasifizme ve teslimiyetçiliğe sürükler. Öne çıkartılması ve sarılınması
gereken, köylülüğün devrimciliğidir. Proletaryanın en sadık müttefiki,
köylülüktür. Köylülüğün oligarşiye yedeklenişi, talidir. Oysa köylülüğün
sınıfsal hareketinde tayin edici hareketi, emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerine ve özellikle onun “güç”lerine karşı olan tepkisidir. Köylülük,
üretici güçlerin nispi gelişimine yönelerek oligarşiye yedeklenmesinden daha
fazla, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine tepki göstererek proletaryaya
yönelir.
Sınıfsal olarak oligarşinin hareketine karşılık
proletaryanın, köylülüğün ve şehir küçük burjuvazisinin (genel olarak geniş
emekçi yığınlarının) hareketi temelde çatıştığından, mevcut üretim ilişkileri
içinde toplumsal dengeden söz edilemez. Söz konusu olan, sürekli
dengesizliktir. Bu durum, ülkedeki bunalımın sürekliliği demektir.
Ülkede sürekli dengesizliğin olması,
emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut durumu devam ettirebilmek
için “güç”lerini kullanmasının ve “denge”yi bu şekilde kurmaya yönelmesinin
objektif temelidir.
Ülkedeki üretici güçlerin gelişme seviyesi, dengesini
metropollerde bulduğundan, oligarşi, üretim ilişkilerini devam ettirme
görevini, siyasal zoru askeri biçimde maddeleştirmenin şartları içinde yerine
getirebilir. Bu durum, geri-bıraktırılmış ülkelerin aynı zamanda emperyalizmin
zayıf halkaları olmaları da demektir.
Emperyalizmin dünya ölçeğinde uygulamak zorunda
olduğu zor, ülkede oligarşinin siyasal zoru olarak somutlaşır.
Emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri yaşadığı sürece, bu siyasal zor da
varlığını devam ettirecektir. Ve kendisine yönelen her sınıfsal tavra karşı
askeri biçimde maddeleşecektir. Siyasal zorun askeri biçimde maddeleşmesi,
ülkedeki dengesizlik nedeniyle, aslında sürekli bir niteliktir. Emperyalizmin
Türkiye’de bulunmasından (gizli işgalinden) dolayı, iktisadi yapıdaki dengesizlik,
sosyal ve siyasal plana da yansır. İktisadi planda en rahat biçimde mallar
üzerinde gözleyebileceğimiz bu durum, sosyal planda, ülkedeki üst yapı
kurumlarında ve kültüründe, siyasal planda da siyasal zorda somutlaşır.
Marks, “maddi hayatın üretim tarzı sosyal,
siyasal ve genel olarak entellektüel hayat sürecini şartlandırır” der.[10]
Ülkedeki emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerine uygun olarak gelişen üretim, kendi hayat sürecini de şartlandırır.
Bu şartlandırma içinde ortaya çıkan çelişkilere ve sınıfların tepkilerine
karşı, oligarşinin bir üst belirlenme olan siyasal yaşantısını sürdürme şartı,
siyasal zoru kullanması (onu kullanmaya zorunlu kılınması) şeklindedir.
Siyasal zor, oligarşinin elinde ilk şart olarak,
oligarşinin siyasal hakimiyetini koruması şeklinde görevini somutlaştırır.
Kuşkusuz en önemli araç, devlet aygıtıdır. Devlet, bu dönemde, hakim sınıfların
karakterine bürünerek, oligarşik devlet niteliğini almıştır. Siyasal zorun bu
biçimdeki görevi ona, üretim ilişkileri tarafından verilmiştir. Ve temel
görevi, mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamayı yerine getirmektir. Bu
görevin yerine getirilişinde “zor”un askeri bir biçimde maddeleşmesi ve görünür
olması, a) Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden idare edememeleri, b)
Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir
nitelik almaları, c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik siyasal alternatifin
ortaya çıkması durumlarında olur. Ülkemizde özellikle 12 Mart ertesi
uygulamalardan sonra, hakim sınıfların kendi iç çelişkilerinden dolayı
yönetimin askerileşmesi beklenemez. Bu nedenle, siyasal zorun askeri biçimde
kendini göstermesi, mevcut üretim ilişkilerine yönelik muhalefetin görüldüğü
yerlerde ve oligarşiye alternatif bir gücün ortaya çıkması zamanlarında
olacaktır. Bir başka deyişle, oligarşi emekçi yığınların muhalefetinin topyekün
muhalefete dönüşmesine hiçbir zaman izin vermek istemeyecek ve daha mevzi
durumlarda iken uygulayacağı zor ile onu sindirerek kitleleri pasifize etmeye
çalışacaktır. Ülkedeki şekli demokratik ortam içinde gündemde olan bu
uygulamada oligarşi, gerek nispi demokratik ortamın maddi koşullarını
kullanarak yapacağı ideolojik ve politik saptırmalarla, gerekse de gelişen
muhalefeti icazetli sosyalistler ve küçük burjuva demokratlarına kanalize
ederek, mevcut üretim ilişkilerine ve iktidara yönelik siyasal nitelik almasını
engellemeye çalışacaktır. Ne var ki, bu nispi demokratik ortam içinde, ilk
bakışta demokratik mevzi ve haklar mücadelesi şeklinde görülen bu demokratik muhalefet
dahi, bir süre sonra oligarşinin kaçınılmaz bunalımları gereği, varlığı devam
ettirilmemesi gereken bir unsur haline dönüşmektedir. Bu halde oligarşinin
siyasal zorunu askeri bir biçimde görüntülemesi, şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle
bir durumda şaşıranlar ise, yalnızca bütün bu uygulamaları provokasyon olarak
gören küçük-burjuva demokratları olacaktır.
Oligarşinin, proletaryanın siyasal özgürlüğünü
ortadan kaldırarak ve emekçi yığınların tepkilerini siyasal zor ile pasifize
ederek yaşantısını devam ettirdiği yönetime, oligarşik yönetim veya sömürge
tipi faşizm adı verilir.
Bu yönetim biçimi, metropollerde görülen, ne
demokratik ne de faşist yönetimlere benzer. Onlardan gerek biçim, gerekse
muhteva olarak farklıdır. Geri-bıraktırılmış ülkelerin karakterine özgüdür.[5*]
Bizim gibi ülkelerde maddi üretimin ve mevcut
üretim ilişkilerinin seviyesine uygun olarak ortaya çıkan oligarşik yönetim,
proleter devrimci hareketin de karakterini belirler. Bizim gibi
geri-bıraktırılmış ülkelerin karakteri, devrimci savaşı, politikleşmiş askeri
savaş olarak karakterize eder.
BEŞİNCİ
BÖLÜM
ÜLKEMİZDE SİYASAL
GÜÇLER
Yukarıda yaptığımız temel çözüm ve kavramalardan
sonra, son bir yıldır ülkemizdeki siyasal gelişmeleri ve mevcut durumu
incelemeye geçelim. Önce, Türkiye'nin siyasal yaşantısında yer alan siyasal
güçleri ele alıp, hangi sınıflara dayandıklarına bakalım.
1. AP (Adalet Partisi): Tekelci burjuvazinin ve
büyük toprak sahiplerinin siyasal temsilcisidir. Zaman zaman AP içinde görülen
kaynaşmalar, tekelci burjuvazinin kendi iç çelişmelerinden (veya sanayicilerin
tarım kesimi ile sanayicilerin ticaret kesimi arasındaki çelişmelerden)
kaynaklanmaktadır. Hangi durumda olursa olsun, oligarşinin öndeki siyasi gücü
olan AP’nin, ülkedeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerini
yaygınlaştırmak, ihtiyaç duyulan alt yapıyı kurmak gibi bir temel
ekonomi-politikası vardır.
Üretim ilişkilerini meşru veya gayri-meşru her
yolla yaygınlaştırma ve güçlendirme politikası ile ülkede sağladığı üretici
güçlerin nispi gelişmesi ve liberalizm politikası ile köylülüğün de desteğini
almaktadır. Bu şekilde kurulan nispi demokratik ortam içinde emekçi sınıfların
tepkileri ise, siyasal zor ile pasifleştirilmeye çalışılmaktadır.
2. CHP (Cumhuriyet Halk Partisi): “Liberal
burjuvazi” de diyebileceğimiz orta sermayenin ve küçük burjuvazinin siyasal
temsilcisidir. Ancak, heterojen yapısı içinde, tekelci burjuvazi kesimlerinden
büyük toprak sahiplerine kadar çeşitli sınıfların temsilcileri de vardır. CHP,
emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine karşı değildir.
Ülkede hızlı bir kapitalistleşmeden yanadır.
Sınıfsal yapısı gereği anti-tekelci olmasına karşılık, mevcut üretim
ilişkilerine müsamaha göstermesi nedeniyle somutta, tekelci sermayeyi
güçlendirecek bir ekonomi politika uygulamak zorundadır. Dayandığı sınıflar
gereği, milliyetçilik ideolojisine sahip çıkmaya ve şovenizme varmaya zorunludur.
Temel felsefesi, hızla geliştirmeyi amaçladığı kapitalist üretim ilişkileri
içinde emekçi yığınların yükselen tepkilerinin “ekonomik” ve sosyal tedbirlerle
pasifize edilmesi şeklindedir. Bir başka tanımla amaç, ülkenin kendi iktisadi
evriminin zorlamaları ile emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri arasında
“uyum” sağlamaktır. Bu nedenle emekçi yığınların talep ve tepkilerinin, toprak
reformu, kooperatifçilik, halk sektörü, yönetime katılma, vb. gibi ekonomik ve
sosyal tedbirlerle hızla geliştirilecek olan emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerine kanalize edilmesi ve uyumlaştırılması, CHP’nin “Halkçı” programını
teşkil eder. CHP’nin siyasal olarak orta ve küçük burjuvaziye dayanma özelliği,
CHP'nin “sınıflar üzerinde” bir politika ile hareket etmesine ve herkese
hakkını veren yönetici hakem rolünü oynayabilmesi için “demokratik” bir ortama
ihtiyaç duymasına neden olmaktadır. “Demokratik” ortam olmazsa, CHP’nin varlık
nedeni ortadan kalkar. Bu nedenle, CHP’nin, kitleler üzerine olan baskı ve
saldırılara karşı olmasının nedeni özünde, sınıfsal çatışmada emekçi yığınların
yanında yer almasından değil, istediği “demokratik” ortamın bozulmasından
gelir. Aynı şekilde, proletaryanın ve emekçi yığınların yükselen sınıfsal
hareketlerine karşı da gene aynı düşünce ile, en sert tedbirlerle karşı
çıkacağı bilinmelidir. CHP, geliştirmeyi amaçladığı kapitalist ilişkiler için,
giderek tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin denetimine ve
hizmetine girerken, kitlelerden yükselecek tepkileri de, gerek ekonomik sosyal
tedbirlerle pasifize etmeye, gerekse kendi solunda yaşatmaya çalışacağı
“sosyalist” bir parti ile (bunun için TİP ve TKP görev yapmaya hazırdır)
boğmaya ve icazet altına almaya çalışacaktır. Bütün bu gelişmeler içinde,
ülkemizdeki oligarşinin ve oligarşik yönetimin ortadan kalktığı
zannedilmemelidir; ülkedeki suni dengenin, CHP’nin politikası ile, emekçi
yığınların oligarşiye yedeklenmesi ile korunmaya çalışılması görülmelidir. Bu
nedenle, CHP’nin iktidar oluşu kadar, iktidarda kalışı da, oligarşinin
elindedir. CHP, oligarşinin yönetimi “askeri” bir biçimde sürdürme
zorunluluğuna düşmeden sürdürebilmesi için ülkemizdeki son alternatiftir.
3. MSP (Milli Selamet Partisi): Sınıfsal olarak,
CHP’nin dayandığı sınıfsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine
dayanır. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin
desteğini almıştır. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası
hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki
olarak (daha önce aynı gerekçelerle ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan
MNP’nin yerine) ortaya çıkmış ve AP’nin politik geri çekilişi ile birlikte, bir
güç olmuştur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize
karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak
gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek
istemesindendir. MSP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya çıkan ve
ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri ile filizlenen kapitalist
unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir partidir. Bu tepkiler, özünde
oligarşiye karşı olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanılan “din”
ile birlikte, köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştır.
MSP’nin demokratikliği, gerek oligarşiye karşı
muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük sağlamak,
gerekse “din”i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programına
dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hızlı bir şekilde geliştirmek istediği
görülür. Ne var ki, mevcut üretim ilişkilerine olan tabiyeti gereği, program,
kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Ve giderek AP içinde erimek zorundadır.
Oligarşiye olan tepkileri, engelleyici bir noktaya ulaştığı zaman, laikliğe
karşı olmaktan dolayı, her an politika dışı bırakılabilir. 12 Ekim seçimlerinde
gerileyişi, misyonunu AP’ye kaptırmış olmasındandır. MSP, oligarşiye tepki
olarak doğmasına karşılık, bunu politika olarak sürdürememesi sonucu, AP’nin
liberalizmi içinde erimiş, MSP’yi destekleyen sınıflar, “çatışma” yerine
“uyum”u yeğlediklerinden, AP’ye kanalize olmuşlardır. MSP, politik etkinliğini
kaybetme durumuna gelmiştir; ancak, orta ve küçük sermaye kesimlerinin
oligarşiye olan tepkileri ortadan kalkmış değildir. MSP, bu durumu kullanarak
tekrar politik etkinlik sağlamak için, AP ile “uzlaşmazlık” konularını öne
çıkarmak zorundadır. MSP, oligarşiye karşı olan tepkilerde ve “demokratik”
ortam üzerinde CHP ile ortaklığa girerek, koalisyona katılmış; ancak, CHP ile
gerek misyon üzerinde, gerekse AET üzerinde, kesin uzlaşmazlıklar içine
sapmıştır. Emekçi yığınların tepkilerine ve sınıfsal hareketlerine karşıdır. Ve
oligarşik yönetimden yanadır.
4. DP (Demokratik Parti): Ülkemizdeki geri
üretim ilişkilerinin, feodallerin ve büyük toprak sahiplerinin politik temsilcisidir.
12 Mart yönetiminin kendilerine yönelik ekonomik-politik tedbirlerine karşı
direnmiştir. Bu direnmede AP ile ortaklığa girmiş ve CHP’nin
“demokratikliği”nden yana olmuştur. DP’nin demokratikliği, geri üretim
ilişkilerinin üst yapısal olarak varlıklarını devam ettirmek ve politikada yer
almak istemesindendir. Bir zamanlar sermaye kesimleri ile ittifak halinde iken,
bugün tekelci sermaye tarafından iktidardan uzaklaştırılmıştır. Mevcut üretim
ilişkilerinin varlığını sürdürdüğü oranda, giderek azalarak politikada yer
alacaktır. MC’nin kurulması döneminde bu durum bütün açıklığıyla ortaya
çıkmıştır ve 12 Ekim seçimlerinden sonra da kanıtlanmıştır. DP’nin dayandığı
sınıfların giderek mevcut üretim ilişkilerine adapte oluşu, bu sınıfları, DP
içinde değil, AP içinde yer almaya itmektedir.
5. CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi): CHP
içindeki tekelci sermayenin bürokrat sözcülerinin ve büyük toprak sahiplerinin
bir partisi olarak ortaya çıkmıştır. AP ile hiçbir ayrılığı yoktur. Özellikle
bürokrat kademelerden gelmeleri, oligarşik yönetimin usta uygulayıcıları
olmalarını sağlamıştır. AP içinde eriyecektir.
6. MHP (Milliyetçi Hareket Partisi): Sınıfsal
desteğini küçük-burjuvaziden alan ve tekelci sermayenin politik sözcülüğünü
amaçlayan bir partidir. Politik olarak nasyonal sosyalizmi benimsemiş olması,
Avrupa tipi faşizmin özlemlerini vermektedir. MHP, ırkçılık ideolojisi ile,
Türk’lerin tarihi üstünlüklerinin propagandasını yaparak, kitleleri etki altına
almaya çalışmaktadır. Bu parti, kitleleri, üretimin sosyalleştirilmesi
propagandası ile pasifize etmeye uğraşırken, mevcut üretim ilişkilerine karşı
olan tepkileri de zor ile pasifize etmeye çalışmaktadır. Bu durumuyla MHP,
oligarşik yönetimin uygulanmasında, gerek ideolojik, gerekse fiili görev
almaktadır. Ülkemizdeki siyasal zorun, sivil vurucu gücünü oluşturmaktadır.
“Güçlü iktidar” sloganı ile köylülüğün ve küçük burjuvazinin desteğini almaya
çalışmaktadır. Uygulamak istediği faşizm ile ülkemizdeki faşizm arasındaki öz
ve biçim farklılığından dolayı, iktidara yönelik bağımsız hareketinden söz
edilebilirse de, bu talidir. Asıl görevi olan, oligarşinin milis gücünü
oluşturma görevine devam edecektir. Ülkemizdeki oligarşinin emperyalizmin
uzantısı olma hali, ülkedeki tekelci burjuvazinin “kendi başına faşizm”i
yaratmasına ve yaşatabilmesine olanak vermez.
7. TBP (Türkiye Birlik Partisi): Mezhep
ayrılığına dayalı olarak ortaya çıkan bu parti, mezhep çatışmasının giderek
önemini yitirmesi sonucu yok olmaya başlamıştır. Şimdiki halde, asker-sivil
küçük-burjuva radikallerinin toplandığı bir klüp niteliğindedir.
8. TİP (Türkiye İşçi Partisi): Sınıfsal olarak
küçük-burjuvaların “sosyalist” partisidir. İşçi sınıfının demokratik
muhalefetini yönlendirmeyi amaçlayan bu parti, radikal küçük-burjuvaziyi de
bünyesine almaya çalışmaktadır. “Nispi demokratik ortam”, bu partinin varlık
şartıdır. Bu nedenle her halükarda bu “demokratik” ortamın varlığından yanadır.
Proletaryanın bağımsız sınıf mücadelesini hiçbir zaman veremez. Modern
revizyonizmin ülkemizdeki temsilcisidir. Sosyalist (!) teorisinin temelini,
“barış içinde geçiş” ve “reformlarla devletin ele geçirilmesi”, “demokrasinin
geliştirilerek (!) emperyalizmin geriletilmesi” gibi pasifist ve revizyonist
görüşler oluşturur. CHP’nin solunda yeri vardır. Her an, CHP ile uzlaşma içine
girebilir.
9. TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi):
Sınıfsal olarak, küçük burjuva demokratlarının partisidir. TİP’den daha
bilimsel tahlillere sahiptir. Demokrat niteliğinden dolayı daha aktiftir. Bir
kısım emekçi kitlenin desteğini alabilmektedir. “Demokrasi”nin devamı için CHP
ile uzlaşma içine girmektedir. Sovyetler Birliği’nin her şart altında
savunulmasını üstlenmiştir. Zaman içinde TKP ile birleşmesi büyük olasılıktır.
Modern revizyonizmin tezlerini benimsemektedir. İçinde genç aktivistler yer
almaktadır. TİP ile ikiz gibidir.
10. TEP (Türkiye Emekçi Partisi): Mihri
Belli’nin burjuva önderliğinde MDD tezleri üzerine kurulan, anti-emperyalist
mücadeleyi öne çıkarmaya ve genç aktivistleri bünyesinde toplamaya çalışan bir
partidir. Lideri olan Mihri Belli’nin politik olarak iflas etmiş olması
nedeniyle, bu parti bir varlık olamaz. Küçük-burjuva radikallerinin yer
alabileceği bir partidir.
11.SP (Sosyalist Parti): M. Ali Aybar’ın
sürüklediği bir burjuva sosyalist kulübüdür.
12. TKP (Türkiye Komünist Partisi): 1950’den
sonra yurtdışına taşınmış, “eski” komünistlere SSCB’nin yardımları ile yaşayan,
modern revizyonizmin güdümünde bir “illegal” partidir. Ülkemizdeki çalışmaları,
devletin ve önemli işçi örgütlerinin içinde mevzilenerek, “müsait an”ı beklemek
şeklindedir. Silahlı kuvvetler içinde ve bürokratik kademelerde mevzilenmeye
çalışmaktadır. DİSK’in yönetimini eline geçirmiştir. TSİP ve bir kısım
demokratik örgütleri eline geçirmeye çalışmaktadır. Ülkemizdeki modern revizyonizmin
en tehlikeli uzantısıdır. Pasifizm ve saptırmacılıkta politik ustalığa
sahiptir. Kitleler üzerinde doğrudan bir etkisi yoktur. Sınıfsal olarak
küçük-burjuva radikalizmine dayanmaktadır. Teorik (!) olarak, modern
revizyonizmin sınıf mücadelesini inkâr eden ya da pasifize eden “toplumsal
ilerleme” ve “barış” gibi görüşleriyle
donatılmıştır.
13. Halkın Sesi: Zaman içinde, PDA, Şafak, TİİKP
gibi örgütlenmeler içinde görülmüş bir fraksiyondur. 12 Mart öncesinde PDA
(Proleter Devrimci Aydınlık) olarak tanınmış, 12 Mart döneminde çeşitli
parçalanmalara uğramıştır. Bugün, politik varlığını, Aydınlık ve Halkın Sesi
dergileriyle sürdürmektedir. Zaman içinde (buraya hepsini almaya kalksak
sayfalar tutacak) çeşitli görüşlere sahip olmuştur. Marksizm-Leninizmle alâkası
olmayan idealist bir felsefenin ürünüdür. Her geçen gün yalnız kendilerini
ilgilendiren “taktik”ler icat eden bu fraksiyon, ÇKP’nin gönüllü şubesi olmayı
üstlenmiştir, ancak, onu da doğru dürüst sürdürememektedir. Çin’nin gündeme
getirdiği her tartışmayı, ülkemizin baş meselesi olarak gündeme getiren bu
fraksiyon, bu nedenle ülkemizin devrim sorunlarıyla pek ilgilenmez. Öyle ki, bu
fraksiyonun devrim teorilerinde hâlâ anti-feodal mücadele baş köşededir.
Ülkemizden bu kadar bîhaber olan bu fraksiyon, devrim kaçaklığını, gündeme
getirdiği uluslararası meseleler ve sosyalizmin problemleriyle örtmeye
çalışmaktadır. Sahte enternasyonalizminin altında, devrim kalpazanlığı
yatmaktadır. Kitlelerin demokratik mücadelesini yönlendirmeyi amaçlayan bu
fraksiyon, öne çıkardığı (kitleleri çok dolaylı olarak ilgilendiren) sorunlarla
bunu yapmaktadır. Bütün teorisi (!) tamamen düz mantığa ve akıl yürütmelere
dayandığından, hiçbir zaman ülkemizin somut şartlarını tahlil edememektedir.
TKP ile beraber devrim kaçaklığının başını çekmektedirler. Soyut ve ipe sapa
gelmez tahlilleriyle ve hayali görevleriyle kitlelerin ve genç kadroların
kafalarını bulandırmaktadırlar. Devrimci görev olarak (!) yalnızca kitlelerin
bilinçlenmesini aldıklarından ve bilinçlenmeyi yayıncılıkta gördüklerinden,
dergicilikte ustadırlar. Sınıfsal olarak küçük-burjuva aydınları ve
demokratlarının yer aldığı bir fraksiyondur.
14. TKP(M-L) (Türkiye Komünist Partisi
(Marksist-Leninist)): 12 Mart döneminde PDA’dan ayrılmıştır. Teorik yapısı
itibariyle Halkın Sesi fraksiyonundan pek farklılığı yoktur. Bu kesimin
ayrılışındaki temel neden, İbrahim Kaypakkaya’nın başını çektiği bir grubun,
PDA’nın pasifizmine tepki göstermeleri ve dillerinden düşürmedikleri halk
savaşını pratiğe geçirmek istemeleridir. O dönemde Kaypakkaya’nın aktivizminden
hareket eden bu fraksiyon, doğuda yaptığı çalışmalarla kitleler üzerinde etki
sağlamayı başarmışsa da, bugün, gerek aktivitelerini kaybetmesi, gerek
teorilerinden gelen pasifizm nedeniyle kitleler üzerinde etkileri kalmamıştır.
Mücadelelerine yurt dışından devam etmeye yönelmişlerdir. Halkın Sesi ile
bütünleşmeleri muhtemeldir. Bünyelerinde bir kısım genç aktivistleri
barındırmaktadırlar.
15. Yoldaş: Geçmişin (THKO’nun) içinden çıkan
bir fraksiyondur. Bu fraksiyon THKO’nun bütün geçmişini özeleştirileriyle
reddetmekte ve geliştirdiği teoriler (!) ile Halkın Sesi çizgisine
oturmaktadır. Halkın Sesi için geçerli olan her söz, Yoldaş için de geçerlidir.
Bu nedenle, ayrı olarak ele almamak gerekir. Tek farkları, geçmişte silahlı bir
mücadele vermiş ve bu uğurda devrim şehitleri taşıyan bir fraksiyonun mirasını
özünde reddedip isimde sürdürme sahtekârlığı göstermeleridir. Bugün, THKO
Merkez Yayın Organı adıyla çıkan bu illegal (!) dergi, geçmişte silahlı
mücadeleyi yürütmüş THKO’nun kitleler üzerindeki politik etkisini kendi siyasi
çalışması için kullanmak istemektedir. Yoldaş fraksiyonu, sınıfsal olarak
küçük-burjuva demokratlarına dayanmakta olup, geçmişte şu veya bu biçimde THKO
saflarında devrimci mücadeleye katılmış devrim kaçaklarının toplandığı bir
fraksiyondur. Kitleler üzerindeki etkisi, her geçen gün ortadan kalkmaktadır.
Yoldaş, ülkemiz solunda yeni oportünizmin etkinliğinin artmasında önemli bir
görev yapmıştır.
16. THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi): Gerek teorisi, gerekse devrimci pratiği ile,
Marksizm-Leninizmin bayrağını yükseltebilecek ve halkın kurtuluş mücadelesini
verebilecek tek parti olduğunu kanıtlamıştır. 12 Mart dönemi sürecinde verdiği
silahlı mücadele ile toplumu derinden sarsmış, kitleleri devrimci savaş içinde
eğitmiş ve kitleler üzerinde önemli politik etki sağlamıştır. 60 yıllık Türkiye
solundaki pasifizmin ve revizyonizmin çehresini yırtmış, Marksizm-eninizmin
kitlelere ulaşmasını sağlamıştır. Proleter devrimci savaşın kitleleri nasıl sarsacağını
ve devrim safına nasıl çekeceğini göstermiştir. Ne var ki, partideki
küçük-burjuva demokratlarının yarattığı sağ sapma, parçalanmaya ve giderek de
devrimci savaşın yenilgisine yol açmıştır. Bu durum, devrimci mücadele için
önemli bir derstir. Tabii küçük-burjuva demokratları için de... Bu büyük
deneyden sonra, demokrat bayların devrimci savaş içinde yer alması beklenemez.
Devrimci savaş, proleter hareketi gerçek sınıfsal temellerine oturtacaktır.
THKP-C, kitlelerin oligarşiye ve emperyalizme karşı
olan memnuniyetsizliğini ve tepkilerini devrime kanalize edecek ve emekçi
yığınları kucaklayacak olan tek partidir. THKP-C bugün Mahir Çayan yoldaşın
yazılarında ifadesini bulan teorisinin etrafında yeniden toparlanma
sürecindedir. THKP-C ideolojisini benimseyenlerin yürüttüğü örgütlenmeler
içerisinde de ayrılıklar vardır. 12 Mart ertesinde ortaya çıkan sağ sapmanın
temsilcilerinden bir grup bugün Halkın Sesi ile aynı çizgiye gelmiş
bulunmaktadır.
Bugün THKP-C adına hareket eden (!) gruplardan
bir kısmı, öncü savaşını kabul etmemekte, yeni taktik formülasyonlar ileri
sürmektedirler. Türkiye’nin somut pratiğine çözüm getirmekten uzak olan bu
formülasyonlarda, demokratik muhalefet, taktik şiar olarak öne çıkarılmaya
çalışılmaktadır. Bu taktik formülasyonun basit bir öne çıkarma olamayacağını ve
geçersiz olacağını, bırakınız teorik tahliller, ülkemizin içinde bulunduğu
pratik durum da göstermektedir.
Şimdi de ülkemizdeki siyasal gelişmeleri ele
alalım.
ALTINCI
BÖLÜM
MEVCUT DURUMUN TAHLİLİ
Türkiye'deki bu siyasal görüntü içinde son bir
yılı, üç dönem içinde değerlendirmek gerekir. Birinci dönem, CHP-MSP koalisyon
dönemi; ikinci dönem, MC'nin kurulmasından 12 Ekim ara seçimlerine kadarki
dönem; üçüncü dönem olarak, bugünü de içine alan 12 Ekim’den günümüze kadarki
dönem.
Birinci dönemi oluşturan CHP-MSP koalisyon
döneminde belirgin özellik olarak ortaya çıkan; siyasi af, Kıbrıs çıkartması ve
enflasyonist politikadır. Özellikle 12 Mart ertesi içeri giren siyasi
tutukluların önemli bir kısmı dışarı çıkmışlardır. Bugün sol içinde yer alan
çeşitli parti ve fraksiyonlar, bu dönemde içerden çıkanlar tarafından kurulmuş
ya da etkilenmişlerdir.
Kıbrıs’ın Türk kesiminin işgali ile Kıbrıs
sorunu, MC hükümetinin önemli sorunlarından biri olarak, baş köşeyi teşkil
etmiştir.
Özellikle CHP’nin küçük üreticilere yönelik
yüksek taban fiyatı ve “ücretlerin fiyatların önünde gitmesi” gibi
uygulamaları, her ne kadar ekonomiye canlılık getirmişse de, enflasyonist
gidişi hızlandırmıştır. Ayrıca Kıbrıs harcamaları da bütçeye önemli yükler
bindirmiştir.
CHP, MSP ile ortaklığı döneminde, gerek Kıbrıs
çıkartması ile sağladığı “prestij” kazanması, gerek İstanbul sanayi
burjuvazisinin desteğini sağlaması, gerekse de yüksek taban fiyatları ile
köylülüğün taleplerine cevap vermiş olması durumundayken, bir başka deyişle
kendini güçlü bir iktidar olarak gördüğü bir sırada, MSP ile anlaşamadığını ve
ortak programın işlemediğini ileri sürerek, ortaklığa son vermiştir. Açıktır
ki, CHP bu manevrası ile birlikte ileri sürdüğü erken seçim için gerekli
sınıfsal desteği sağladığını hesap ederek, hükümetten çekilmiştir. Bir diğer
hesabı da, “diğer partilerin gerek iç çelişkileri, gerekse parlamento
aritmetiği” bakımından, uzun süre ayakta kalabilecek bir hükümet kurma
olasılığını görmemesidir.
Ancak, bütün bunlara rağmen AP, önce DP’yi
parçalayarak, daha sonra bağımsızları yanına çekerek Milliyetçi Cephe adındaki
koalisyonu oluşturmuştur. Bu koalisyonun oluşmasında MSP, iktidarda olmayı
devam ettirmek, CGP 12 Mart dönemindeki itibarını sağlamak, MHP de iktidarda
bir köşe kaparak siyasal etkinliğini artırmak hesabı içindedirler. AP, 1971’de
bıraktığı hükümete tekrar dönerek hükümet etme yetkisini ispatlamak için,
MC’nin kurulmasında başı çeken parti olmuştur. Bu nedenin, gerekli sayıyı
sağlamak için DP’yi parçalayabilmesi normaldir. Zira DP, yukarda izah ettiğimiz
gibi, dayandığı sınıfsal tabanı giderek çözülen bir partidir. Bu nedenle, DP’li
parlamenterlerin varlıklarını MC içinde sürdürmeleri, ülkenin genel gidişine
ters bir durum değildir. Siyasi ahlâk, ekonomik-politik gidiş karşısında
anlamsızlaşmıştır. Bozbeyli’nin figanı, sınıfsal tercihler karşısında, trajik
bir serzenişten öte değildir. MC kurulur kurulmaz, ilk işi, dayandığı sınıfları
memnun etmek ve güvenlerini kazanmak yönünde olmuştur. Bütün kredi ve döviz
muslukları, sermayeye akıtılmaya başlanmıştır. Gelişen enflasyon karşısında mal
darlığına düşülmemesi için ithalata hız verilmiş ve liberasyona gidilmiştir.
Döviz darlığını karşılamak ve büyük toprak sahiplerinin desteğini sağlamak için
ihracata büyük kolaylıklar getirilmiş, vergi iadesi anormal sınırlara
ulaşmıştır. Bu şekilde, ihracat ve ithalata hız verilirken, emisyon hacmi hızla
büyümüş, ancak, piyasadaki paralar tekelci sermayede ve büyük toprak
sahiplerinde toplandığından, enflasyonist baskı büyümüştür.
Bu arada MC, bürokratik devlet kademelerindeki
CHP’lileri tasfiyeye girişerek, kendi partizanlarını bu kademelere
yerleştirmeye başlamıştır. MC, her yerde hükümet edebilmek için yoğun bir
kaydırma ve kırım hareketine girişmiştir.
MC, Temmuz ayı içerisinde önemli bir buhran
geçirmiştir. ABD’nin, Kıbrıs’ta tavizler koparmak ve Türkiye’den
ekonomik-askeri ödünler almak için başlattığı silah ambargosu, Dünya Bankası ve
AID’nin ülkedeki siyasal istikrarsızlık nedeniyle kredileri kesmeleri ve yeni
yeni koşullar öne sürmeleri, OECD’nin güvensizliğini belirtmesi, MC’yi zor
duruma sokmuştur.
İthalata ve ihracata hız verilirken teşvik ve
sübvansiyonlara hız verilmiş, kredi arzını daraltırken sermayenin kredi
talepleri karşılanmaya çalışılmış, ancak bu durum sermaye kesimleri arasında
huzursuzluklara yol açmıştır. CHP-MSP koalisyonu döneminde, İstanbul sanayi
tekellerinin CHP’ye, Adana-Sabancı kesiminin MSP’ye kaymalarının etkileri bu
dönemde de kendini göstermiş ve sermaye kesimleri arasındaki huzursuzlukların
kaynağı olmuştur.
Ayrıca, CHP bürokratik kesimlerdeki kaydırma ve
kıyımlara karşı çıkarken, hükümet ettiği dönemdeki prestijini kullanmaya
çalışmıştır.
Denilebilir ki bu dönem, MC için en zor ve
sallantılı dönem olmuştur. MC ve özellikle AP bu durumdan nasıl kurtulmuştur?
Hiç kuşkusuz siyasal zor ile.
MC'nin bu buhrandan sıyrılabilmesi için lehinde
olan ekonomik şartlar, dövize çevrilebilir mevduatları tekelci sermayenin
hizmetine sokması ile tahıl rekoltesinin yüksek olmasıdır. Dövize çevrilebilir
mevduat hesapları ekonomideki durgunluğu getirirken, stokların erimesine de
yardımcı olmuştur. Bu hesapların tekelci sermayenin hizmetine sokulması ile
birlikte, kamu iktisadi teşekküllerine Merkez Bankası ile sağlanan kredilerle
cari harcamalar yükseltilerek ekonomiye canlılık getirilmiştir. Bu şekilde,
önce Adana, daha sonra İstanbul sermayesinin desteği sağlanmıştır. Elbette ki
bu süreç içinde olan bu gelişmelerde AP, MSP’nin tekelci sermaye kesimleri ile
olan bağlantısını kopararak, onları kendisine çekmiştir.
Bu dönem içinde AP, dış dünya ile temaslarını
sürdürerek destek aramıştır. Verilen politik ödünlerle birlikte dış destek
sağlanmaya çalışılmıştır. Bir taktik olarak, MSP bu temaslar içine
sokulmamıştır.
Tahıl rekoltesinin yüksek oluşu, taban
fiyatlarının yüksek tutulmamasına rağmen, köylülüğü tepkilerden saptırmış, aynı
zamanda istikrarlı bir tüketim yaratmıştır. Bu şekilde, enflasyon hızı
yavaşlamıştır. Kademeli kur ayarlamaları, devalüasyonun yerini almıştır.
Bütün bu gelişmeler içinde CHP, MC hükümetine
karşı olan muhalefetini artırmış, ancak, kitlelerin tepkilerini ve
memnuniyetsizliğini aktif bir şekilde kanalize edememiştir. CHP mevcut durumda,
MC’yi düşürmek yerine, kitleler üzerindeki prestijini artırmak ve 12 Ekim
seçimleri için hazırlanmayı tercih etmiştir. Ne var ki, MC bu arada, gelişen
kitle kabarmalarına ve CHP’ye karşı, özellikle MHP’nin sivil militanları
aracılığıyla baskı ve terör politikasını sürdürmüş, yeni mevziler kazanmaya
çalışmıştır. MC’nin bu şekilde yürüttüğü siyasal zor, kitlelerin
pasifleşmesinin en önemli etkeni olmuştur. CHP, işçi sınıfının ve köylülüğün
sınıfsal tepkilerini iktidara yöneltememiş, seçim propagandasını yeğ tutmuştur.
Bu şekilde, özellikle AP buhranı atlatabilmiş ve
“rüştünü” ispat etmiştir. Hiç şüphesiz, böylesine bir ortam içinde ülkenin
solunun politika sahnesinde etkin bir şekilde yer alamaması, MC’nin buhranı
atlatabilmesindeki en önemli etkendir. Bu dönemde TSİP, Halkın Sesi ve TKP’nin
CHP’nin kuyruğuna takıldıkları, “erken seçim” çığlıkları ile devrimci
mücadeleden yan çizdikleri görülmüştür. Kurulma aşamasındaki TİP ise, mevcut
ortamdan demokratları bünyesine toplamak şeklinde yararlanmaya çalışmıştır.
Ağustos ayında ise, kitleler dahil tüm siyasi
güçlerin 12 Ekim seçimlerine gözlerini diktikleri ve 1973 seçimlerinden beri
gelişen olaylar içinde kitlelerdeki yönelimi tespit etmeye çalıştıkları
görülmüştür. 12 Ekim ara seçimleri, seçime katılan siyasal partiler için kendi
güçlerini görmelerine imkân veren bir denek olduğu kadar, kitleler için de
psikolojik rahatlama unsuru olmuştur.
Ağustos-Eylül aylarındaki siyasal baskılar ve
saldırılar ise, artık kanıksanan olaylar niteliğindedir ve kendiliğinden
olmuşlardır. Ani baskıların bu denli rahat sürdürülmesinin nedeninin, devrimci
savaşın yönlendirilememesi olduğu, seçimler öncesi meydana gelen birkaç büyük
olayda bütün gerçekleri ile ortaya çıkmıştır. Özellikle 11 Ekim’de Ankara’daki
CHP mitinginden sonra meydana gelen olayda kitlelerin gösterdiği aktif mücadele,
oligarşik devlet kuvvetlerini şaşırtacak kadar güçlüdür ve o derecede
kendiliğindendir.
Görülmekte olan şudur ki, kitlelerin devrimci
potansiyeli oldukça yüksektir. Ancak, 12 Mart sonrası uygulamalarla getirilen
anayasal değişiklikler ve anti-demokratik yasalar, kitlelerin spontane
hareketlerini dahi engeller niteliktedir. Açıktır ki, oligarşinin kitle
pasifakasyonuna yönelik tedbirleri, emekçi yığınların memnuniyetsizliğini ve
tepkilerini pasifize ederek sürdürmeye yöneliktir. Özellikle 12 Ekim seçimleri
öncesi MC iktidarı döneminde ortaya çıkan buhranlar, tamamen kendiliğinden
(devrimcilerin subjektif müdahalesi olmadan) ortaya çıkan buhranlardır.
Buhranların siyasal yanı ağırlıktadır ve yalnızca oligarşinin idare edememe
(hükümet edememe) durumundan kaynaklanmaktadır. Bu durum, ülkede zaten her
zaman var olan ekonomik buhranla birlikte, sosyal bir bunalımın yaygınlaşmasına
neden olmuştur. Başka bir deyişle, milli kriz tamamen kendiliğinden olarak
derinleşmiştir.
Bu olgu son derece önemlidir. Zira, bugün,
yükselen olaylar karşısında bir kısım “sosyalist” parti ve fraksiyonların,
oligarşinin siyasal zoru karşısında geri çekilmelerinin ve “aman provokasyona
gelmeyelim” çığlıkları atmalarının ne kadar mesnetsiz olduğunun açık kanıtıdır.
Milli krizin kendiliğinden olarak
derinleşebildiği ve bu durumlarda, oligarşinin geniş kitle pasifikasyonlarına
karşı devrimci savaşa “aman provokasyona gelmeyelim” diyerek karşı çıkmak, pasifizmin
ve teslimiyetçiliğin dikâlâsıdır.
12 Ekim ara seçimleri, ülkemizdeki siyasal
görüntüde yeni bir başlangıç olmuştur. Bu seçim sonuçlarından ortaya çıkan
gerçek, AP’nin diğer sağ partilerin tabanını kendi yanına çekmiş olması ile
genel olarak sola kayan oyların artmasıdır.
Sola kayan bu oylar CHP’ye kanalize olmuştur.
AP’nin DP’yi parçalamasından sonra, tekelci
sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin desteğini almış olması, MSP’nin ise
tekelci kesimin desteğini kaybetmesi, orta ve küçük sermaye kesiminin
çıkarlarına göre somut adımlar atamaması, bu partiyi kitle desteğinden önemli
ölçüde kopararak zayıf düşürmüştür. AP bu şekilde, MSP’nin kitlesini de
yedeklemiştir. Aynı şekilde CGP silinmiş ve varlık şartını AP’de erimeye
bırakmıştır. MHP bu seçimlerde önemli bir gelişme gösterememiştir.
Bu seçimler AP’ye rahatlama getirmiştir. AP
olmadan MC’nin devam edemeyeceği ve AP’nin hükümet edebilirliğini göstermiştir.
Ancak, gelecek günlerin AP için pek de kolay olmayacağı ortadadır. AP bu yeni
döneminde yatırımlara hız vermek ve “Büyük Türkiye’yi inşa etmek” sloganıyla
tekelci sermayenin ve köylülüğün desteğini aramaktadır. AP, “ekonomik büyümeyi”
esas alan (ekonomik büyüme olayı, ekonominin yatay olarak geliştirilmesi, bir
başka deyişle, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin
yaygınlaştırılmasıdır) politikasıyla, tekelci sermayenin desteğini almaya
çalışmaktadır. AP’nin özellikle köylülüğün desteğini almasında uyguladığı
politika, köylülüğün geliştirilen kapitalist ilişkilere “uygun”luğu ve kırdan
kopan köylülüğün “ekonomik büyümenin” getireceği istihdam olanakları içinde
yedeklenmesi politikasıdır. Bu politika, ülkedeki mevcut çelişkileri
keskinleştiren bir politikadır. Demirel’in umursamazlığı, çeşitli yollarla
tekelci sermayeye kredi ve sermaye birikimi olanağı sağlayarak, bu politikaya
yönelik kitlelerin tepkilerini, oligarşiyi tahkim ederek sindirme
politikasıdır. Bu politika, Demirel’in şahsına münhasır bir politika olmayıp,
hükümet eden ve tekelci sermayenin desteğini almak zorunda olan her partinin
uygulamak zorunda olduğu bir politikadır. AP, kitlelerin siyasal olarak
yedeklenmesi olgusunu, gelişen kapitalist üretim ilişkilerinde ve üretici
güçlerin dolaylı gelişmesinde bulmaktadır. Bir başka deyişle, kitlelerin
tepkilerinin aza indirilmesi veya etkisizleştirilmesinde AP, ekonomik büyüme ve
tenkil politikasını esas almaktadır. AP bu politikayı uygularken,
ideolojik-politikası olarak, kitlelerin memnuniyetsizliğini ve tepkilerini
devlete ve rejime yönelik olarak göstermekte ve ülkemizdeki yaygın
anti-komünizm ve devletin güçlülüğü (tabusal) imajlarını ele almaktadır. AP’nin
tekelci sermayenin hizmetinde olarak yaptıkları, bazen yapısıyla ve günün
koşullarıyla çelişse dahi, uygulanmaya çalışılmıştır. AP, 12 Mart hükümetleri
döneminde gündeme alınmış olan pek çok reformu, 12 Mart öncesi gündeme
getirmiş, ancak, mevcut siyasal yapı içinde bunu gerçekleştirememiştir. AP’nin
gene aynı şekilde getirdiği AET’ye girilmesi politikası, mevcut üretim
ilişkilerinin emperyalizmin III. bunalım döneminin özelliklerine uygun olarak
yaygınlaşmakta olduğunun kanıtıdır.
Bu nedenle, Demirel’in sosyalist bloka
açılmasını “bağımsızlık” taraftarı olmasında aramak hatadır. Hedef, mevcut
üretim ilişkilerini yaşatmaya ve genişletmeye yönelik her tülü girişimde
bulunmaktır. Demirel’in bu politikası, bir kısım “12 Mart Döneği” tarafından,
Demirel’in “ilericiliğini” ve “yurtseverliğini” ilan eden bir yığın zırvalamaya
neden olmuştur.
12 Ekim ara seçimlerinden sonra AP, kendi
ekonomi-politikasını rahatlıkla uygulama olanağını bulmuştur. Demirel, iktidarı
ele geçirmenin rahatlığı içinde, yurtdışı temaslarına girişmiş (Brüksel’deki
NATO zirvesi toplantıları, Yunanistan’la ikili görüşmeler, vb.), bir zamanlar
Genelkurmay Başkanı olan Tural ve Tağmaç ile olan işbirliğinin bir benzerini
Sancar ile kurmaya çalışmıştır. Demirel’in bu gibi durumlarda kitleler önüne
silahlı kuvvetlerin en üst kademeleri ile çıkması, gövde gösterilerinin
özelliğidir.
Hükümetteki bu gelişmeler, elbette ki ülkedeki
tek gelişme değildir.
AP’nin hükümeti tek başına yönetmeye yönelmesi,
MSP’de çatlamalara yol açmıştır. MSP, ikili bir durumdadır. Kendi politikasına
ilişkin uzlaşmazlıkları öne çıkarsa ve MC’yi paraçalasa, bunun vebaline
katlanamaz; tam bir uzlaşma içinde olsa, AP içinde erimesi söz konusudur. MSP,
bu ikili durumda ortaklığı bozmadan bağımsızlığını gösterir nitelikte bir takım
şartlar ileri sürmüş ve aldığı tavizlerle parti içi çatlamayı önlemeye
çalışmıştır. Ancak bu durum, uzlaşmazlıkların ortadan kalktığı anlamına gelmez.
AP, “ekonomik büyüme”ye ait sloganlarıyla
propagandasını yürütürken, MHP de iktidarda bulunmanın avantajlarından
yararlanmak üzere, ekonomik ve sosyal alandaki görüşlerini yaymak için
aktifleşmiştir. Türkeş, geçmişe göre daha insiyatifli demeçler vermeye
başlamıştır.
Hükümet cephesindeki bu gelişmelerin yanında,
özellikle seçim öncesi gündemde olan kitle memnuniyetsizlikleri ve tepkileri
yeniden görülmeye başlanmıştır. Yavaş yavaş kırlarda yayılmaya başlayan bu
tepkilerin yoğunlaştığı kesim, öğrenci gençlik olmaktadır. Öğrenci gençlik,
toplumun en dinamik ve canlı kesimidir. Bizim gibi ülkelerde öğrenci gençlik,
toplumun bütün çelişkilerinin yansıdığı bir kesimdir. Ve kendi dinamiği ile
birlikte, özellikle şehirlerde, işçi sınıfından sonra ikinci politik güç haline
gelmiştir. Bu nedenle, öğrenci gençlik olayları, toplumumuzdaki çelişkilerin ve
sınıf çatışmalarının bir yansıma alanıdır ve öğrenci gençlik, oligarşinin daima
baskı ve terörüne maruz kalmıştır.
Bu nedenle, son öğrenci gençlik üzerindeki baskı
ve saldırıları ve patlak veren olayları, 12 Mart öncesinin tekrarı olarak
görmek, büyük bir hatadır. Ülkemizde öğrenci gençlik olayları, her dönemde
olmuştur ve devrime kadar da olacaktır.
Ne var ki, özellikle 12 Ekim sonrası yükselen
olaylar, kaba hatlarıyla, 12 Mart öncesine benzemektedir. Tarih bir tekerrür,
basit tekrardan ibaret değildir. Tarih, aşağıdan yukarıya doğru yükselen,
kökleri maddi üretime uzanan sınıf mücadelelerinin politik olaylar dizisidir.
Elbette ki, Türkiye 12 Mart öncesinde de
oligarşik yönetim ile idare ediliyordu; bugün de aynı yönetim hakimdir. Ancak,
meydana gelen olaylar, aradan geçen 5 yılın gösterdiği farklılıkları taşımak
durumundadır. Sınıflararası ilişki ve çelişkiler, 5 yıl öncesinden (temel
çelişme aynı kalmak üzere), gerek boyutları, gerekse de seviyesi itibariyle
farklıdır. Zamandaki bu farklılık, yer unsurunun aynı olmasına karşılık,
biçimsel benzerlikler açısından farklıdır. Bugün bir Dev-Genç yoktur, hükümet
dört kanatlıdır. Sol, geçmişe göre çok daha parçalıdır, cılızdır. CHP, eski CHP
değildir. En önemlisi, geçmişten kalan deneyler göz önündedir ve kitlelerin
sosyal uyanıklığı artmıştır.
AP, yükselen olaylar dizisinde sıkıyönetim
tehditlerine başvuruyorsa bu durum, geçmişin tekrarı anlamını taşımaz. Bu
durum, oligarşik yönetimin aynı olduğunu gösterir sadece.
Bugün de, geçmişte olduğu gibi, MHP militanları
oligarşik devletin milis kuvvetleri olarak gençlik üzerine saldırmakta, terör
yaratmaktadırlar. Ne var ki, bu terörü bir kısım baskı tedbirleri için mesnet
olsun diye yürütmektedirler. Göz ardı edilmemesi gereken esas mesele, kitlelerin
pasifleştirilmesidir. Dikkat edilecek olursa, MHP komandolarının polisle
birlikte yürüttüğü açık saldırılardan sonra geniş kitle tutuklamaları ve
demokratik kuruluşların imkânlarının kısıtlanması gelmektedir. Hedef,
kitlelerin pasifleştirilmesidir. Sistematik bir biçimde yürütülen tenkil
politikası, basit oyunlar dizisi olmayıp, siyasal zorun sistemleştirilmesidir.
Bütün bu gelişmeler içinde, özellikle CHP-MSP
koalisyonunun açtığı “barış” dönemi boyunca hapisten çıkan sol güçlerin
politikada yer almaya başlamaları ve demokratik muhalefeti yönlendirmeye
çalışmaları, kitlelerin politikleşmesinde önemli bir etkendir. Öğrenci
gençliğin yükselen dinamizmi ile birlikte teorik silahlanması, bu kesimin
politik etkinliğini artırmaktadır. Bir diğer önemli nokta da, 12 Mart öncesi,
yalnızca büyük şehirlerde görülen öğrenci gençlik olaylarının bugün, tüm ülkeye
yayılması ve lise ve orta okullara kadar inmiş olmasıdır. Bu durum, ülkedeki
sınıf mücadelesinin ve sosyal bilinçlenmenin yaygınlaştığının ve emekçi yığınlarının
kendisi için mücadeleye doğru yükseldiğinin kaba işaretleridir. Durumun
oligarşi tarafından da tespit edilmediğini zannetmek saflık olur. Oligarşi, 12
Mart deneyinden sonra silahlı kuvvetleri düzene göre örgütlemekte ve tüm ülkede
siyasi polis şebekesini (MİT, Kontrgerilla) kurmaktadır. Oligarşi, bu
tahkimatının yanı sıra, olayları dikkatlice gözleyerek, çeşitli
provokasyonlarla solun gelişimine ve en önemlisi devrimci savaşın, sınıfları
kucaklamasına imkân vermemeye çalışacaktır.
Hiç kuşkusuz, oligarşinin pasifikasyon
taktiklerinin başında, kadro pasifikasyonu gelir. Emperyalizmin tüm
karşıdevrimci taktikleriyle karşı karşıya olduğumuz bilinmelidir. Ve bu
taktiklerin başında da devrimci gençlerin, devrimci sınıflar ile sıkı bağlar
kurmasından önce enterne edilmesi ve kitlelerin öncüsüz bırakılarak
pasifleştirilmesi gelmektedir.
Bugün sol adına hareket eden her grup veya
fraksiyon, kendi görüşlerine uygun düşen bir örgütlenme içindedir. Oligarşi,
revizyonist görüşlere olanak tanırken, kitlelerin demokratik muhalefetini
engellemeye, kitle içindeki öncüleri enterne etmeye ve en önemlisi, devrimci
savaşı götürebilecek örgütlere darbe vurmaya çalışacaktır.
Öğrenci gençliğin dinamik sol potansiyel olarak
yükselmesi, elbette ki oligarşi için tehlikelidir. Ancak, bu sol potansiyelin
maddi ve fiili bir güce dönüşmesi, ülkede devrimci savaşı götürebilen bir örgüt
ile mümkündür. Ve şimdiki halde de bu durum objektif olarak mümkün değildir. Bu
nedenle, devrimci gençlik, oligarşi için tek başına bir hedef değildir.
Oligarşi, devrimci gençliğin dinamizmini kısa sürede sindirebilecek güçtedir. Oligarşinin
asıl dikkat ettiği, devrimci gençliğin aktivizminin emekçi yığınlarla
bütünleşerek maddi bir güce dönüşmemesidir. Hiç kuşkusuz, oligarşi devrimci
gençliğin hareketinin tek başına yükselişini saptırmaya çalışmaktadır. Ama asıl
amaçladığı, devrimci gençliğin tek başına yükselişini ve bu kesime yönelik
saldırılarını, emekçi yığınlara yönelteceği pasifikasyona mesnet yapmasıdır.
Bu, kaba bir oyun değil, oligarşinin kitle pasifikasyonunu yürütmede “suyu
kurutarak, balığı yakalama” ve bu şekilde tecrit oluşunu engelleme taktiğidir.
Karşı devrimin bu taktiğine karşı, taktiğimiz ne olmalıdır? Çözücü olan ve
cevap verilmesi gereken soru budur.
YEDİNCİ
BÖLÜM
DEVRİMCİ
TAKTİĞİMİZ
NE OLMALIDIR?
Bu taktik meselede ilk olarak ele alınması
gereken, yöntem meselesidir. Yani felsefi kavrayıştır. Kimi “teorisyen”(!)ce
taktik meseleler somutundan koparılmakta, soyut akıl yürütmelerine
indirgenmektedir. Taktik meseleler oyun mantığına indirgenmekte, -se’li -sa’lı
şartlı varsayımlara göre reçete çıkartılmaya çalışılmaktadır. Genellikle öz
güce dayanmamanın ve karşı-devrimin taktiklerini ve gücünü göz ardı etmenin
ifadesi olan bu tür taktik reçeteler, somutun canlı pratiğinde iflas
etmektedirler. Konuyu kendi somutunda ele alırsak, şunları görürüz:
CHP, gelişen olaylar karşısında, hemen iktidara
talip olmuş ve iktidar olursam, olaylar sona erer, mantığı ile kitleleri
“itidal”e (!) davet etmektedir. Bunun açık anlamı, sınıf mücadelesinin göz ardı
edilmesi ve pasifikasyonun desteklenmesidir. “Demokrat” çıkışların ardında,
hükümet olma talebi vardır.
TİP, TSİP, TKP modern revizyonistleri, gelişen
olayları ve karşı-devrimin taktiklerini “oyun” olarak görmekte, “oyuna
gelmeyelim” mantığı içinde CHP’nin kuyruğuna takılarak, kitlelere yönelik baskı
ve tenkil politikasına gözlerini kapamaktadırlar. Bu partiler, pasifizmin ve
teslimiyetçiliğin şampiyonluğunu yapmakta, sosyalist bir kenara, küçük burjuva
demokratlarından da aşağıya, liberal burjuvazinin yanına inmektedirler.
Ekonomizmin içinde boğulmuşlardır.
TEP, Halkın Sesi, Yoldaş oportünistleri de,
“faşizm geliyor” (!) çığlıkları altında, demokratik muhalefeti örgütlemeyi
görev olarak görmektedirler. Halkın Sesi ve Yoldaş fraksiyonları, o meşhur
teorileri “sosyal faşizm”de “Ne Amerika ne Rusya, bağımsız Türkiye!..” kurmayı
(!) merkezi görev gördüklerinden, kitleler üzerindeki pasifikasyondan da pek
haberleri yoktur. Nasıl olsa, kitleler faşizmle mücadelenin ne olduğunu
öğrenmemiş midir!? Öyleyse, kitleler faşizmi kendileri boğar. (!) Anarşistliğin
lüzumu yoktur!.. Biz, asıl meselemize, Amerika ve Rusya’nın Avrupa’da
çıkaracakları savaşa bakalım ve ülkemizi “sosyal faşizm”den koruyalım. (!)
Kimbilir, belki de Demirel, Kosigin’in Türkiye’yi ziyaretinden sonra ülkede
bazı tedbirler alıyordur(!) ve belki de MHP’nin silahlanması, Rusya'ya karşı
halkın milislerinin yaratılmasıdır!..[6*]
Bu konuda, THKP-C’yi savunanlar arasında da
ayrılıklar vardır. Bir kısım görüşler, karşı-devrime karşı yürütülecek
taktiğin, demokratik muhalefetin her alanda geliştirilmesi ve topyekün bir
muhalefetin sağlanmasına yöneliktir. Bugün bu görüş, AYÖD ve İYÖKD’nin bir
kısmı içinde ve (x) grubunda hakimdir.
(x) grubu ve Devrimci Gençlik grubunda hakim
olan görüşe göre, oligarşinin siyasal zoruna karşı yürütülecek taktik, “siyasal
mücadele”nin öne çıkartılması, (bir başka deyişle, demokratik kitle
örgütlerindeki siyasal mücadelenin öne çıkartılması) ve kitleleri faşizme karşı
kitle örgütlerinde mevzilemektir. Bu anlamıyla esas görev, gençlik örgütlerinin
merkezi üst örgütünü yaratmaktır.
Bu görüşler, kendilerini demokratik mücadele
içinde sınrlı tutanlar tarafından ileri sürülse, mesele değildir. Ne var ki,
(x) grubunun ve Devrimci Gençlik’in önderlerinin gerek devrimci mücadele,
gerekse örgütlenme üzerine olan görüşleri, mutlaka eleştirilmesi gereken
yerdedir.
Somut, hiçbir zaman, bizim keyfi niyetlerimize
göre şekillenmez. Biz istesek de, istemesek de olaylar kendi objektif
gelişmesini (özellikle karşı-devrimin taktikleriyle) yaşamaktadır. Kendimizi ne
hayallerle avutabilir, ne de kenara çekebiliriz. Devrimci mücadelenin
sorumluluğunu duyan her devrimci, gelişen son olayları ve ülkeyi doğru bir
şekilde tahlil etmek ve ona uygun düşen taktik tavrını belirlemek zorundadır.
Eğer kendilerini demokratlıkla sınırlamıyorlarsa, doğru taktikleri benimsemek
zorundadırlar. Aksi halde, karşı-devrimin saldırısı karşısında gençlik
örgütlerinin (isterlerse federasyonu gerçekleştirsinler) 12 Mart sonrası
Dev-Genç militanlarının durumuna komik bir biçimde düşmek zorunda kalırlar.
Tarih, ikinci bir Dev-Genç olayına izin vermeyecektir. Burada (x) grubunun ve
ona yakın görüşlerin eleştirisine girecek değiliz. Öğrenci gençliğin ve
ülkemizin somut tahlili, konuyu yeterince aydınlatmaktadır. Gelişen ve yükselen
olaylar içinde demokratik mücadelenin tıkanacağı, buna karşılık siyasal zorun
giderek yoğunlaşacağı bilinmelidir.
MC hükümetinin çekileceği ve kurulacak yeni bir
CHP koalisyonu ile faşizmin gideceği (!) ve demokratik mücadele şartlarının
devam edeceği tezi ileri sürülse de, bu, temel çözücü taktiği ortadan
kaldırmaz.
Bir kere, CHP’nin hükümet olacağı varsayımına
dayanarak inşa edilecek bir taktik, şartlara bağlıdır ve yalnızca kendi
idealizminin ifadesi olur. “Mart'a kadar direnmeye çalışırız, eğer bütçe
görüşmelerinde MC ayakta kalırsa, biz de tavrımızı değiştiririz” mantığı ise,
gene aynı mantıktır ve teslimiyetçiliğin tezgâhıdır.
Önemli olarak kavranılması gereken, devrimci
gençliğin yükselen potansiyelinin, karşı-devrimin saldırısı karşısında yerini
bir kısmıyla pasifizme, bir kısmıyla da bağımsız foko mücadelesine
bırakacağıdır. Ki, her iki durum da, yanlış bir çözümdür.
Çözüm: Devrimci gençliğin maddi ve fiili bir güç
olarak örgütlenmesi, en geniş demokratik mücadelesini yürütürken, proleter
devrimci hareketle bütünleşmesi ve kurtuluş cephesi içinde yerini almasıdır.
Aksi bir görüş, devrimci gençliğin, potansiyelini
ve mücadelesini kendiliğindenciliğe bırakması demektir. Bu durumda ise devrimci
gençlik, karşı-devrimin istediği yer ve zamanda patlatabileceği serseri
mayından farksızdır.
Ülkemizdeki somut gelişmeler de bu yöndedir ve
devrimci gençliğin sorunları, tek merkezi örgütün yaratılmasıyla çözümlenemez.
Hiç kuşkusuz, merkezi bir örgüt, demokratik mücadelenin sistemleştirilmesi ve
kitleleri kucaklayarak aynı yöne kanalize etmesi bakımından gereklidir. Ancak,
ülkemiz somutunda tayin edici değildir. Olaylar bu örgütü kendi başına
aktivizme itecektir, oysa devrimci gençlik ülkemiz solundan ve sınıf
mücadelelerinden soyutlanamaz.
Bu bir yol ayrımıdır. Ya kendi başına demokratik
muhalefet veya devrimci savaşa tabiyet. Devrimci gençliğe ilişkin getirdiğimiz
bu sorun, aslında, Türkiye solunun baştaki meselesidir. Burada
derinleştirmeyeceğimiz, ancak solun her kesiminde gündemde olan, örgütlenme
sorunudur.
Ülkemizin yapısının ve devrimci mücadeleyi
yürütmeye ilişkin temel meselelerin bir yansıması olan bu sorun için, en
genelinde söylenebilecek şudur: Emekçi kitleleri içine alacak maddi ve fiili
bir örgütlenmenin odağı olan proletaryanın öncü müfrezesinin teşkil edilmesi ve
onun politikleşmiş askeri eyleminin gerekliliği. Ancak böyle bir örgütlenme,
her zaman anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadeleyi yürütmeye yetenekli
olabilir.
Ne var ki, örgütlenme tek başına ele alınamaz.
Örgütlenmenin canlı bir organizmaya yükseltilebilmesi için, taktik meselelerin
baş meselesi politik hedeflerle dinamizmini bulmak gerekir.
Somut hedefler olmadan, taktikler lafazanlıktan
öteye geçemez.
Doğru politik hedefler, örgütlenmeyi ve
ittifakları kurar, genişletir. Taktik tavır ve şiarlar, doğru tespit edilmiş
politik hedeflerden çıkarlar.
Stratejik öneme haiz mücadele anlayışı ve bu
mücadeleyi yürütebilecek maddi ve fiili bir örgütlenme sorunları çözüldükten
sonra mevcut durumun tahlilinden çıkacak politik hedeflere yönelmek, mücadeleyi
rayına oturtur, karşı-devrim cephesini zaafa uğratır.
Bu nedenle, doğru devrimci taktiğimizi
kurabilmek için, önce onun stratejiyle olan bağlantısını yakalamak gerekir.
Gelişen olayları, kendi özeli içinde gözlemek ve unsurları yakalamak yetmez,
esas olan, özelin içindeki stratejik yanı yakalamaktır. Bu anlamıyla taktikler,
proleter devrimci hareketi götüren stratejiye bağımlı politikalardır. Devrimci
savaş, bu politikalara tabi olmak zorundadır.
Doğru taktik politikaların tespiti, bu
politikaların yürütülmesinde mutlaka başarı elde edileceği anlamına gelmez;
politik hedeflere soyutun içinde varılamaz; herşey, somutun canlı pratiğinde
gerçeklik kazanır. Somutta ise, özellikle taktik planda güçlü olan oligarşi ve
onun siyasi zoru vardır. Bu nedenle somutta iki karşı hareket, kendi güçlerine
göre, başarı kazanır veya başarısızlığa uğrar. Kavranması gereken, doğru
taktiklerin gücümüzü artıracağı ve taktik yenilgilerin gelip geçici olacağıdır.
Lenin bu konuda şöyle der: “Yenmeye cesaret edeceğimize inanmadan, bir ordunun
ve bu ordunun yönetiminin enerji ile ve başarıyla kurulmasından söz
edilemez.”[11] Pratiğin doğru yürütülebilmesi için de, doğru taktik
çözümlemelerle yola çıkılmalıdır. “İnsan, soyut mücadelenin engebelerle dolu
alanında dolu dizgin at koşturmaya kalktığı zaman, kötü bir ata binmemeye
dikkat etmelidir.”(Engels)
Mevcut durumun tahlilinden çıkan politik
hedeflerimizi tespit edelim: Önümüze iki sorun çıkmaktadır: Biri siyasal zor,
diğeri de sosyal bilinçlenmenin düşük düzeyi ve buna uygun düşen kitlelerin
oligarşiye yedeklenişidir.
Son olaylarla birlikte ve MC’nin politikasına
uygun olarak ortaya çıkan siyasal zor, kitlelerin memnuniyetsizliğinin ve
tepkilerinin pasifize edilmesine yöneliktir. Siyasal zora karşı direnmek ve
oligarşinin gerçek niteliğini ortaya çıkarmak gereklidir. Ne var ki, bunu tek
başına ele almak, sola sapmak olur. Meseleyi bu kadar dar ele alamayız. Politik
hedeflerimizde, eylemin ittifak kurucu olmasına dikkat etmek zorundayız.
Oligarşinin politikasına ve taktik taaruzlarına başka bir taktik ve saldırı ile
cevap vermek, oligarşinin niteliğini açığa çıkaracağı gibi, ittifaklarımızı da
genişletecektir.
Mevcut durumda: Devrimci taktiğimizin ana hedefi
oligarşidir ve anti-oligarşik mücadele öndedir. Anti-oligarşik mücadelenin önde
olması, eklektik bir seçmecilik değil, sınıfsal mücadelenin ulusal mücadeleye
göre önde olması demektir.
Antioligarşik mücadelenin belirleyicileri de,
oligarşinin siyasal zorunu kırma, sınıfsal olarak tecrit etme, emperyalizmin
uzantısı olduğunu açığa çıkarma ve kitlelere aksiyonunu götürmedir.
Anti-oligarşik mücadelenin bu unsurları tek tek
alınarak birbirinden soyutlanamaz. Bu unsurlar, birbirleriyle bağıntılıdırlar.
Ve bu anlamda anti-oligarşik mücadele, karmaşık[7*] bir görevler bütünüdür.
Oligarşinin siyasal zorunu kırma ve niteliğini
açığa çıkarma görevi, direnme, siyasal zorun askeri ve oligarşik devlet
aygıtına bağlılığını açığa çıkartmaktan geçer. Direnme, en geniş anlamıyla,
kitlelerin kitle pasifikasyonuna karşı durmasıdır. Direnme, mekanik anlamda bir
karşı duruş, sadece savunma değildir. Direnme, oligarşinin siyasal zor
araçlarına vurma ve işlemez hale sokma anlamına gelir. Siyasal zora karşı
verilen savaş, her türlü yıpratma ve tahribi içerir. Bu görev, kitlelerin
tepkilerinin somutlaştırılması ve maddi bir güç haline getirilmesini gerçekleştirir.
Sınıf mücadeleleri temeline dayanır ve kitleseldir. Siyasal zorun uygulanışına
uygun düşen biçimde, çok yönlüdür. Ve diğer görevlerle bağıntılıdır. Bu görev
ve hedefler, kitlenin ajite edilmesini sağlar. Karşı-devrimin niteliğini açığa
çıkarması bakımından da, propaganda niteliği taşır.
Oligarşinin siyasal zorunu bertaraf etme görevi,
oligarşinin kitlelerden tecrit edilmesi görevini de beraberinde getirir.
Oligarşinin kitlelerden tecrit edilmesi ve işçi-köylü ittifakı üzerinde
kurtuluş cephesinin maddi bir güç olarak inşa edilmesi, devrimimizin en önemli
sorunudur. Devrimimizde sınıflar mevzilenmesinin temelini oluşturan bu görev,
diğer görevlerle bağıntılıdır ve politik hedeflerin başında gelir. Oligarşi,
niteliği gereği, kitlelerden tecrit olmanın objektif koşulları içindedir. Bu
nedenle esas olan, kitlelerin oligarşi ile olan suni (görüntüsel) ittifakını
bozmak ve onları devrim cephesine çekmektir. Bunun için, kitlelerin tepki ve
memnuniyetsizliğinin siyasallaştırılması ve oligarşinin siyasal olarak tecrit
edilmesi gerekir. Bunun için, geniş bir siyasal gerçekleri açıklama eylemi,
ajitasyon ve propaganda yürütülmelidir.
Oligarşinin, emperyalizmin uzantısı olduğu
gerçeği, gerek emperyalizmin ülkemizdeki açık politika ve hedeflerine, gerekse askeri
varlığına tavır almakla açığa çıkarılmalı, ülkemizdeki hakim sınıfların
emperyalizmin temsilcileri olduğu ve onun sömürü mekanizması açıklanmalıdır.
Bütün bu görevler, devrimci mücadelenin politik hedeflerini meydana getirir.
Bu politik hedeflere yönelik anti-oligarşik
mücadele, aksiyonu ile, yani programı ile, tamamlanır. Kitleler, memnun
olmadıkları sistemin ve gösterdikleri tepkilerin neye karşı ve ne için olduğunu
bilmelidir. Kitlelerin memnuniyetsizliği ve emekçi sınıfların hareketi, ülkemizdeki
mevcut emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanmaktadır ve
süreklidir. Ne var ki, sınıfların bu hareketi objektif temeller üzerinde kendi
kendine oluşur. Kendi kendine bu hareketler, tepki ve memnuniyetsizliklerin ne
için olduğu, kitlelere gösterilmeli, bilince çıkartılarak sınıfların hareketi,
kendisi için’e dönüştürülmelidir. Sorun, subjektif şartların hazırlanmasıdır.
Devrimci hareketin siyasi programı kitleler
tarafından benimsendiği oranda, kitleler devrim cephesi içinde yer alırlar. Bu
nedenle devrimci mücadele, programı (aksiyonu) ile tamamlanmak zorundadır.
Anti-oligarşik mücadelenin siyasi özü, demokrasi
ve siyasi özgürlükler için mücadeledir. Devrimimizin anti-oligarşik içeriği
aynı zamanda devrimin demokratik içeriğini de oluşturur.
Mevcut durumda, anti-oligarşik mücadele baştadır
ve mevcut siyasi ve sosyal krize uygun düşecek şekilde yürütülmelidir. Bu mücadelenin,
mevcut krizi derinleştireceği de göz ardı edilmemelidir.
Bugün ülkemizde siyasal gelişmelerde MHP,
kitlelerin gerek ideolojik etkiler altına alınması, gerekse pasifleştirilmesi
için önemli bir görev üstlenmiştir. Başka bir ifadeyle, oligarşi, kitleleri
pasifleştirmede milis güçlerini kullanmaktadır. Hükümetler, bu saldırı ve
sindirme eylemlerini “adi vakalar” olarak lanse etmekte ve devletin araçları
ile bazı durumlarda fiilen pasifikasyonu yürütmektedir. Bu işleyiş, oligarşik
yönetimin normal işleyişidir ve mutlaka tavır alınması gereklidir. MHP’nin
militanlarına karşı alınacak tavır, tek başına ele alınamaz. MHP, oligarşinin
yaşattığı bir güçtür. Bugünkü görevi, kitleleri pasifleştirmek ve şovenist
sloganlarla kitleleri ideolojik etki altına almak olduğu halde, devrimci
hareketi saptırma görevini de üstlenmiştir. Hedef, devrimcileri sınıf
mücadelesinden saptırmak ve kısa bir “vuruşma”ya indirgemektir. Dünya tarihinde
bunun örnekleri vardır. En son örnek, Lübnan'da yaşanmaktadır.
Bu durumda MHP’ye karşı alınacak tavır ihmal
edilemez. Ancak, mücadelenin tek boyutunu da teşkil etmez. MHP’ye karşı
alınacak tavır, oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tavrın içinde mütalaa
edilmelidir. MHP’ye karşı verilecek mücadele, oligarşik devletin araçlarına
karşı olan tavrın içindedir. Klâsik faşizmin ideolojik savunucusu MHP’nin sınıf
desteği ve kitlelerle olan çelişkisi dikkate alınarak, olaylar içinde oligarşik
devlet-MHP işbirliği kitlelere gösterilip, gerek MHP’nin ideolojik etkileri
kırılmalı, gerekse de oligarşinin kitlelerden tecrit edilmesi görevi yerine
getirilmelidir. Mevcut durumda MC hükümetinin gerek iç çelişkileri gerekse
ülkenin ekonomik ve sosyal durumu, oligarşinin, siyasal zorunu
“madde”leştirilmesini beraberinde getirmektedir. Başka bir ifadeyle,
oligarşinin siyasal zorunun açığa çıkartılması ve tecrit edilmesinin şartları
vardır. İşçi sınıfına karşı yürütülen baskı politikası, her geçen gün daha
belirginleşmektedir. Küçük-burjuva demokratlarına uygulanan baskı ve sindirme
politikası ve gelişen olaylar, şehir küçük-burjuvazisini tedirgin etmekte,
görünüşte MC hükümetine, özünde oligarşiye karşı olan tepkileri büyümektedir.
Küçük-burjuvazi, sınıfsal yapısı gereği, çabuk
pasifize olan ve çabuk tepki gösteren bir sınıftır. Bu nedenle, oligarşiye
karşı ilk tepkiyi koyan sınıf olmakla birlikte, siyasal zor karşısında ilk
pasifize olan sınıftır da. Eğilimini güç dengesine göre somutlaştırır. Bu
nedenle siyasi mücadelemizde ilk yanımıza gelecek ve yine ilk uzaklaşacak olan
sınıftır.
Köylülüğün (özellikle yoksul ve küçük
köylülüğün) MC hükümetine karşı olan tepkileri büyümektedir. Öğrenci gençlik
olaylarının tüm ülkeye, ilçeler düzeyinde yayılması, bir tesadüf değildir. Ne
var ki, köylülüğün oligarşiye karşı olan tepkilerinin yanında, oligarşik devlet
de aynı şekilde gözlerinde büyümektedir. Bu nedenle, özellikle kırsal
kesimlerde anti-oligarşik mücadelede devlet aygıtının yıpratılması ve
otoritelerinin zaafa uğratılması gereklidir.
Anti-oligarşik mücadelenin politik hedeflerinin
saptanması, ilk adımdır. Esas olan, bu mücadelenin nasıl yürütüleceğini
kavramaktır. Pratiğin içinde şekillenmeyen ve pratiği yönlendirmeyen taktikler,
kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur.
Sorunu daha önceki çözümlemelerimiz ışığında ele
aldığımızda, mücadelenin stratejik çalışma tarzımıza uygun olarak,
politikleşmiş askeri savaş ile yürütülmesinin gerekli olduğu görülür.
Tespit edilen politik hedeflere yönelik olarak
yürütülecek devrimci savaş yanında, en yaygın demokratik muhalefetin
yürütülmesi gereklidir. Demokratik muhalefet ve kitle direnişleri, oligarşinin
tecrit edilmesinde önemli araçlardır. Ancak, çözücü (tayin edici) değillerdir.
Gerek demokratik muhalefet, gerekse devrimci
savaş içerisinde kitlelere götürülecek temel propaganda, siyasi özgürlüklerin
elde edilmesi olmalıdır.
Devrimin demokratik niteliğinin başında,
oligarşinin siyasal zorunun bertaraf edilmesi ve kitlelerin siyasi özgürlüklerine
kavuşması gelir. Demokratik muhalefetin örgütlenmesini taktik mesele olarak öne
çıkaranlar veya taktiklerini Mart ayındaki bütçe görüşmelerine ve CHP’nin nasıl
olsa iktidar (!) olacağına bağlayanlar, kitlelerin siyasi özgürlükler
meselesine gözlerini kapayan ve demokrasi meselesini CHP’de bulan küçük burjuva
demokratlarıdır. Bu taktik (!), sağ çizgiye oturmaktadır ve revizyonisttir.
Evet beyler, siyasal tercihinizi yapmak
zorundasınız; oligarşinin siyasal zoru kafanızda patladığı zaman, çok gecikmiş
olacaksınız.
Bizim siyasal yolumuz, gündemdeki anti-oligarşik
mücadeleyi, tespit ettiğimiz politik hedeflere yönelik olarak, politikleşmiş
askeri savaş temel, demokratik muhalefet tali olmak üzere, her yerde işçiköylü
ittifakı temeli üzerinde maddi ve fiili örgütlenmemizi, halkın kurtuluş
cephesini inşa ederek yürütmek olacaktır.
İşte devrimci taktiğimiz budur.
DİPNOTLAR
[1*] Kapitalizmin gelişme (serbest rekabetçi)
dönemi olan bu evrede, toplumsal dengenin olması, sınıf çatışmalarının olmadığı
ve sınıfın burjuvaziye kesin yedeklendiği anlamına gelmez. Kapitalizmin
bağrında çiçek açan sosyalist güçler, yeni bir toplumsal dengeyi oluşturmak
için, sınıfsal hareketlerini sürdürürler. Ancak, maddi üretimin gelişkinlik
düzeyi ve burjuvazinin misyonunda gelişmekte olması, yeni bir toplumsal dengeyi
oluşturmanın objektif şartlarını yaratmaya elvermez. 1871 Paris Komünü, işçi
sınıfının objektif şartlar elvermediğinden dolayı başarıya ulaşamayan, yeni bir
toplum yaratmaya yönelik devrimci atılımdır. Objektif şartların yeni bir
toplumsal dengeyi oluşturmaya imkân vermemesi, işçi sınıfı hareketinde ütopik
ve revizyonist görüşlerin yaygınlık kazanmasının maddi şartlarını yaratmıştır.
[2*] Bu tahlil, “soyut” bir tahlildir. Ancak,
sorunu “salt” olarak kafalarda billurlaştırmak için yapılmaktadır. Yoksa,
kapitalizmin bir dünya ekonomisi olmasından sonra, emperyalist üretim
ilişkilerinden uzak bir ülke bulunabileceğini zannetmek veya böyle bir ülke
aramak, Robenson Crusoe’yi aramak gibi bir şeydir.
[3*] Emperyalist sisteme dahil olan bir ülkede
feodal üretim ilişkilerinin ve kapitalist ilişkilerin emperyalist üretim
ilişkileriyle olan, çatışma ve “uyum” şeklinde görülen karşılaşması, tarihi bir
süreçte devam eder ve o ülkenin tarihi yapısına uygun olarak şekillenir.
İktisadi kökleri olan bu şekillenme, sosyal ve siyasal plana da yansır. Bu
yansıma içinde, ülkenin sınıfları da, üretim biçimine ve siyasal etkinliklerine
göre, emperyalizmle ittifak veya çatışma içinde görünürler.
Hakim sınıfların üretim tarzına uygun olarak,
iktidarda bulunuş şekillerine göre, bu ittifaklar biçimlenir. Ancak, hangi ülke
için olursa olsun ve ülkedeki üretim hangi tarzda olursa olsun, hakim sınıflar
emperyalizmle sürecin ilk dönemlerinde mutlaka ittifaklar düzeyinde
birleşirler.
Bunun da temel nedeni, emperyalizmin geçirdiği
evrelerdir. Emperyalizm, bir ülkeye kendi üretim ilişkilerini ilk adımda
mutlaka ticaret yoluyla sokar. Bu, ticaretin karakterinden gelir. Ticaret,
kapitalist ekonominin dolaşımdaki en başta gelen elemanteridir.
Üretim ilişkilerinin karakteristiklerini
bünyelerinde maddeleştiren mallar, dolaşım sürecinde pazarlara ticaret ile
girerler. Pazardaki mallar, taşıdıkları üretim ilişkilerinin “güç”lerini de
pazara sokmuş olurlar.
Emperyalist üretim ilişkilerinin ticaret ve mal
ile olan ilk yaygınlaşması, yerini giderek sermayeye bırakır. Ancak, malların
ve ticaretin önemi ortadan kalkmaz.
Bu süreç içinde, ülkedeki kapitalist sınıflar
önce ticaret ve malların “gücü” karşısında giderek ilişkilerindeki rantiye ve
parazitlerin esiri olarak “uyum” içine girerlerken, zorunlu ittifaklara da
girerler. Aynı şekilde feodaller de, ülkede gelişen kapitalist ilişkilerin
hareketinin emperyalizmin ülkeye girmesi ile yön değiştirmesi veya
üzerlerindeki baskının kalktığı kendi üretim ilişkilerinin serbest bırakıldığı
ölçüde emperyalistlerle ittifak içine girerler.
Emperyalist üretim ilişkileriyle feodal üretim
ilişkileri arasındaki tarihi zıtlık, sınıflar planında da yansır ve
emperyalizmle feodallerin “uyum”u ittifaklardan öteye gidemez. Oysa kapitalist
sınıflar, üretim ilişkilerindeki ortak karakterden dolayı, sınıfsal olarak önce
ittifak sonra bütünleşme sürecini yaşarlar. Bu süreç içinde ülkenin kapitalist
sınıfları, emperyalist üretim ilişkilerinin esiri olarak, o üretim ilişkilerini
yaygınlaştırmak ve yaşatmak görevini yerine getirdiği oranda, nitelik olarak,
emperyalizmle aynılaşır, ortak karaktere bürünürler.
[4*] Oligarşi, kelime anlamı itibariyle, küçük
bir zümrenin iktidarı anlamına gelir. Ülkemizde de iktidarın yapısının neden
oligarşik bir nitelik arz ettiğini her şeyden önce üretimde aramak
gerekmektedir. Normal olarak iktisadi evrimini tamamlama yolunda ilerleyen bir
toplumda iktidar eğer iktisadi evrime uygun düşen bir iktidar ise ve çekici
sınıfın yönlendiriciliğinde ise, böyle bir iktidarın “zümre”leşmesinden değil,
aksine kitleselliğinden söz edilir. Bu durum, köleci toplumdan tutun, sosyalist
topluma kadar böyledir. Eğer bir toplumda oligarşik iktidardan söz ediliyorsa,
oligarşik yapı içerisindeki hakim sınıf veya sınıfların aslında toplumdan
(kitlelerden) objektif olarak soyutlanmışlığından, tecrit edilmişliğinden söz
ediliyor demektir. Bu durum tarihte, Rusya otokrasisi (ki o da bir çeşit
oligarşi idi) için, İspanya oligarşisi için geçerli olduğu gibi, bugün
metropollerdeki finans-kapital oligarşileri ve geri-bıraktırılmış ülke
oligarşileri için de geçerlidir.
Unutulmamalıdır ki, oligarşiyi oluşturan
sınıflar, kitlelerden tecrit olmayı kesinlikle istemezler, ne var ki, devam
ettirmek zorunda oldukları üretim ilişkileri onları kitlelerden tecrit eder.
Oligarşi bu tecrit oluşunu siyasal zor ile engellemeye çalışır. Oligarşinin bu
çabası, toplum dışı bir üretim ilişkisini (emperyalist) sürdürme gayretleri
içinde, toplum dışı oluşunu siyasal zoru ile kapatma gayretidir.
[5*] Ülkemizde genel olarak bütün teorik
çalışmalar, ya özel durumların içinde boğularak ahkâm kesmeler şeklinde, ya da
görüntünün yüzeysel tahlilleri üzerinde biçimsel dogmalar şeklinde inşa
edildiğinden, oligarşik yönetim de hiçbir zaman doğru dürüst kavranamamıştır.
Ortada bir yığın soyut ve biçimsel faşizm tahlilleri dolaşmaktadır. Ülkemiz
solunda hakim olan genel değerlendirme (şimdiki halde revizyonizmdir),
oligarşinin siyasal zorunu askeri bir biçimde maddeleştirdiği ve şekli
demokratik ortamı ortadan kaldırdığı dönemler faşizmdir, şeklindedir. Biçimsel
demokratik ortam içinde mevzi olaylar şeklinde görülenler ise, ya faşizm olarak
değerlendirilir, ya da “anarşist”lerin “goşist”lerin “aşırı”lıkların sonucu
olarak izah edilir. Her iki değerlendirmede de söz konusu olan, felsefi bir
hata, idealizmdir. Faşizmi, burjuvazinin subjektif ürünü olarak gören anlayış,
onun iktisadi ve sosyal köklerini kavrayamamakta, yalnız biçimi
görebilmektedir. Bu anlayışın sınıfsal temelini küçük burjuvazi oluşturur.
Biçimleri esas alan bu anlayışın da, kanıtlarını benzetmelerde arayacağı ve
örneklerini de tarihin farklı zaman ve mekân şartları içinde bulacağı açıktır.
Bu yöntem, Marksizmi içi boş dogmalar haline sokmanın ve bayağılaştırmanın
yöntemidir. Bu durumda olanlar, somutta, ne yapacağını bilmeyen ve Godot’u
bekleyenlerden pek de farklı bir konumda değillerdir. Avrupa'daki faşizmin sınıfları
nasıl yedeklediğini ve kurumsallaştırdığını kavrayamayan bir görüş, ülkemizdeki
sömürge tipi faşizmin içeriğini de kavrayamaz. Avrupa’daki üretimin aşırı
sosyalleştirilmesi ve başka ülkelerin değerlerine el konulması şeklinde
iktisadi temelini, şovenizm şeklinde ideolojik ve politik temelini, güçlü
iktidar şeklinde küçük burjuvazinin ve köylülüğün desteğini bulan faşizm ile
bizim gibi ülkelerde doğrudan doğruya emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerini siyasal zor ile sürdürmek üzere ortaya çıkan faşizm arasında
içerik olarak fark vardır. Muhtevadaki bu farklılık, elbetteki biçimine de
yansır.
Biçimsel olan benzerlikler ise, küçük burjuva
demokratlarında ipe sapa gelmez tahlillerle, demokrasi elden gidiyor,
serzenişleri yaratmaktan öte bir anlayış yaratmamaktadır.
Hele bu küçük burjuva baylarımız içinde öyle
“demokrat” olanlar vardır ki, bunlar proletarya diktatörlüğüne “sosyal faşizm”
dahi demektedirler.
[6*] Bu tür zırvaları ve yakınlarını, Halkın
Sesi ve Aydınlık’ta bulabilirsiniz. Ayrıca alıntı yapmayı gereksiz görüyoruz.
Mantık aynı olduktan sonra...
[7*] Burada kullanılan “karmaşık” ifadesi,
gelişkinliğin ve üst düzeyin ifadesi anlamındadır. Bu ifadeyi karışıklık
anlamında kullananlar, Marksizm-Leninizmin karmaşıklığını değil, kendi kafalarının
karışıklığını ifade etmektedirler.
[1] Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III
[2] Lenin: Demokratik Devrimde
Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, s: 37, Sol Yay.
[3] Engels: Doğanın Diyalektiği, s: 312, Sol
Yayınları
[4] Engels: age., s: 313
[5] Engels: Doğanın Diyalektiği, s: 313
[6] Engels: Tarihte Zorun Rolü, s: 58-59, Sol
Yayınları
[7] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı'ya Önsöz
[8] Engels: Tarihte Zorun Rolü, s: 37, Sol
Yayınları
[9] Mao Tse-Tung: Teori ve Pratik, s: 56
[10] Marks: Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı'ya Önsöz
[11] Lenin: İki Taktik, s: 127