Engin Erkiner
Bu yıl Malatya Beylerderesi’nde polisle çatışmada hayatını kaybeden üç sosyalistin, daha sonra Acilciler adını alacak örgütün üç militanının ölümünün 35. yılıdır. Bu çerçevede birkaç yazı planladım.
İlki olan bu yazıyı uzun zamandır yazmak şart olmuştu. Zira, Hasan Basri’yi benden başka tanıyan kalmamıştı. Ankara’da, o zamanki anlayışımız gereğince herkes birbirini tanımazdı. Hasan Basri’yi ben ve İlker tanırdık.
Hasan Basri 3. THKO davasında yargılanmış ve örgüt üyeliğinden hapis cezası almıştı. 1974 affıyla tahliye olacaktı. Hapisteyken o yıllarda sesleri fazlasıyla çıkan Aydınlıkçılardan etkilenmişti. Aydınlıkçılar hangi alanda olursa olsun kendilerini göstermekte ustaydılar. Örneğin, hapishanede süt içilmesine karşı çıkar, bunun için eylem bile yaparlardı. Süt içmek, burjuva işiymiş de, onun için...
Aydınlıkçılar o yıllarda –tabii ki lafta– sıkı halk savaşı savunucusuydular. THKP-C ve THKO’yu maceracı buluyorlardı. Onlar kitle örgütlenmesi temelinde halk savaşı vereceklerdi inşallah!
Hasan Basri ile İlker’in ne zaman tanıştıklarını bilmiyorum. Muhtemelen ODTÜ’den tanışıyorlardı. Her ikisi de Mühendislik Fakültesi’ndeydi. Hasan Basri Maden, İlker Metalurji Mühendisliği’nde okumuştu. ODTÜ yıllarında her ikisini de tanımamıştım. Normal, geniş bir alana yayılmış ve 3.500 öğrencili bir üniversitede, yurtta da kalmıyor iseniz, fazla tanıdığınız da olmazdı.
İlker, Sosyalist Fikir Kulübü üyesi değildi, Hasan Basri de değildi. Dolayısıyla önceki yıllarda bu vasıtayla tanışmamız da mümkün olmadı.
1974 affının ardından İlker, sürekli olarak Hasan Basri’den söz etmeye başladı. Doğu Perinçek’in etkisi altında kaldığını ve bundan kurtulması için çalışacağını söylüyordu. 1974 sonlarında ya da 1975 başında Hasan Basri ile tanıştım. Heyecanlı ve son derece samimi konuşurdu.
Kendisine işkence yapan polisin, “Bir daha yapacak mısın?..” diye sorduğunu, “Çıkacağım ve bir daha yapacağım!..” demesi üzerine çok kızdığını ve kendisine su bile vermediğini anlatırdı.
Hasan Basri ile ilişkiyi esas olarak sürdüren İlker’di. Ben arada bir görüyordum. Hasan Basri ile konuşurken sürekli olarak içime tedirginlik dolardı. Açıktı, samimiydi, özveriliydi ama fazla düşünmüyordu. Bir yerde birkaç ilişki bulmak, eyleme girmek için yeterliydi.
12 Mart öncesinde Ankara’da iyi örgütlü olan Dev-Genç’in ilişkilerinin darbeden sonra nasıl büyük bir hızla dağıldığını yaşadığım için, bu konuda ihtiyatlıydım.
Che Guevara’ya hayrandı ve O’nun gibi olmak isterdi.
1975 yılının yaz aylarında Yurtdışı Grubu ile birlik kararı aldığımızda, yapılan işbölümü gereği Doğu ve Güneydoğu bölgesi sorumluluğunu İlker ile paylaştı. Bu grubun sorumlularıyla yaptığımız toplantılara sadece İlker katılırdı.
Bölgenin fazlasıyla büyük göründüğüne bakmayın, esas olarak üç kentten oluşuyordu: Sivas, Malatya, Maraş. 1975 yılı yaz ya da sonbahar aylarında nişanlandı. Nişanlısı Sevil hakkında fazla bilgim bulunmuyor. Birkaç kere gördüm, o kadar.
1975 yılının ikinci yarısında MHP bölgede hızlı bir örgütlenmeye yönelmiş, devrimci bilinen kişi ve kuruluşlara ilk saldırılar başlamıştı. İlker, o sırada yazımını sürdürdüğü Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz’de de belirtildiği üzere, MHP’nin kitle pasifikasyonu amaçlı yeni rolüne dikkat çekiyordu.
Çok kere bölgeye gidip geldiler. Devrimcilerin bölgede dağınık olduğunu, sonradan Halkın Kurtuluşu adını alacak olan Yoldaş grubunun hızlı bir örgütlenme içinde bulunduğunu, MHP’ye karşı acil olarak eylem yapılması gerektiği görüşündeydiler. Böyle bir eylem ya da eylemler dizisi henüz hiç bir örgütün doğru dürüst bulunmadığı bölgede bize önemli bir örgütlenme olanağı yaratabilirdi.
Ankara’da çalışıyor olmama karşın sürekli olarak İstanbul’a da gittiğim için görüşmelerimiz seyrekleşmişti.
Malatya’da hükümet meydanında üç bekçi ve polisin öldürüldüğü olayda otomatik silahın Hasan Basri’de olduğunu tahmin ediyorum. İlker bu silahı, o da zor bela, Ankara’da Yurtdışı Grubu’nun sorumlu bir üyesinden almıştı. Eylem yapılmasına kesin olarak karşıydı ama silahı vermek zorunda kalmıştı.
Beylerderesi’nden sonra Hasan Basri ile ilgili hiçbir şey duymadım. Mezarı nerededir, onu bile bilmiyorum. Olaylar öylesine üst üste geliyordu ki, araştırma için hem zaman yoktu, hem de fazlasıyla göz önünde bulunan birisi olarak benim yapmam tehlikeliydi. Sevil’i de bir daha hiç görmedim.
1976 yılının yaz aylarında artık Ankara’da değildim. Zaten İstanbul’a taşınacaktım ama İlker’in ablasıyla evli olmam nedeniyle Beylerderesi’nin ardından fazlasıyla göz önünde bir insan durumuna gelmiştim.
(Konuya ilgili olarak İlker Akman başlıklı ayrıca yazacağım için, bu bölümü atlıyorum.)
O yılın yaz aylarında İstanbul’daki eylem kadromuza Ankara’dan bir arkadaş katıldı. Yine bu kentten gelen bir başka yoldaşla birlikte gelmişti. Nereden nasıl tanıştıklarını üzerime vazife olmadığı için öğrenmedim. İnisiyatifli, soğukkanlı ve becerikli bir arkadaştı. Bir müddet sonra Sevil ile nişanlı olduğunu öğrendim.
Bazılarının aklına “Böyle şey mi olur?” gibi bir soru gelebilir, ama biz, kentli insanlar olarak böyle şeylerle uğraşmazdık, ilgilenmezdik. İyi bir yoldaştı ve sonuçta kimin kimle ne zaman nişanlandığı da bizi ilgilendiren bir konu değildi. Bu yoldaş daha sonra başka bir kentte yakalandı, hapse girdi, çıktı, bombaları patlamadı. Daha sonra da kendisi hakkında hiçbir şey duymadım. Adını bile bilmiyordum, sadece takma isimle tanıyordum.
Bu yıl Malatya Beylerderesi’nde polisle çatışmada hayatını kaybeden üç sosyalistin, daha sonra Acilciler adını alacak örgütün üç militanının ölümünün 35. yılıdır. Bu çerçevede birkaç yazı planladım.
İlker, Sosyalist Fikir Kulübü üyesi değildi, Hasan Basri de değildi. Dolayısıyla önceki yıllarda bu vasıtayla tanışmamız da mümkün olmadı.
Malatya’da hükümet meydanında üç bekçi ve polisin öldürüldüğü olayda otomatik silahın Hasan Basri’de olduğunu tahmin ediyorum. İlker bu silahı, o da zor bela, Ankara’da Yurtdışı Grubu’nun sorumlu bir üyesinden almıştı. Eylem yapılmasına kesin olarak karşıydı ama silahı vermek zorunda kalmıştı.
O yılın yaz aylarında İstanbul’daki eylem kadromuza Ankara’dan bir arkadaş katıldı. Yine bu kentten gelen bir başka yoldaşla birlikte gelmişti. Nereden nasıl tanıştıklarını üzerime vazife olmadığı için öğrenmedim. İnisiyatifli, soğukkanlı ve becerikli bir arkadaştı. Bir müddet sonra Sevil ile nişanlı olduğunu öğrendim.
Bazılarının aklına “Böyle şey mi olur?” gibi bir soru gelebilir, ama biz, kentli insanlar olarak böyle şeylerle uğraşmazdık, ilgilenmezdik. İyi bir yoldaştı ve sonuçta kimin kimle ne zaman nişanlandığı da bizi ilgilendiren bir konu değildi. Bu yoldaş daha sonra başka bir kentte yakalandı, hapse girdi, çıktı, bombaları patlamadı. Daha sonra da kendisi hakkında hiçbir şey duymadım. Adını bile bilmiyordum, sadece takma isimle tanıyordum.