İLKER AKMAN (1)

Engin Erkiner 


Bu yıl Beylerderesi’nin 35. Yılı... Hasan Basri Temizalp’i ve anlattım ve bildiğim kadarıyla ilk kez anlatılıyor. Yusuf Ziya Güneş’i tanımazdım, hakkında bildiğim kadarını anlattım. Arada bir noktayı atlamışım: Yusuf Ziya Güneş kitlesel bir mitingle toprağa verildi, demiştim. Katılım yaklaşık 15 bin kişi... 

Geldik ayrıntılı anlatacağım kişiye. İlker ile tanıştıktan sonra zaman içinde artan oranda yoğun bir ilişkimiz oldu. İkimiz de Ankara’da idik. Bu durum görüşmeyi kolaylaştıran nedenlerin başında gelir. Aynı okuldan olmamızın sık görüşmemizde rolü olduğunu sanmıyorum, sonuçta üniversitede tanışmamıştık.

Legal alanda ikimiz de benzer yerlerde çalışıyorduk. Ben yeni kurduğumuz Kimyagerler Derneği başkanıydım ve oda kurma çalışması nedeniyle sık sık Mühendis Odalarına giderdim. 

İlker, üniversiteyi bitirdikten sonra TMMOB’de (Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği) çalışmaya başlamıştı. Bunun da sık görüşmemizi gerektiren bir neden olduğunu sanmıyorum, zira benim bu alandaki işim yoğun değildi. Zaten derneğin ilk yılı bitir bitmez başkanlığı da başkasına devretmiştim. 

İkimiz de teoriyi seven ve okuyan insanlardık. Bazen haftanın yedi günü İlker’in evinde olduğumu, akşam yemeğini birlikte yediğimizi, saatlerce konuştuğumuzu, erkek kardeşiyle satranç oynadığımı hatırlıyorum. Üç kardeş Emek Mahallesi’nde kiralık bir evde kalıyorlardı. Giriş katındaki bir daireydi. 

Ablası Ortaokulda Fen Bilgisi öğretmeniydi. Galiba altı yıldır öğretmenlik yapıyordu. Balıkesir’de Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş, sonra beş yıl Sındırgı’da öğretmenlik yapmış, oradan Ankara’ya tayin olmuştu. Erkek kardeşi ODTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünde okuyordu. Babası Balıkesir’de idi ve çimento fabrikasında memur olarak çalışıyordu. Annesi ev kadınıydı. 

Baba tarafının Girit göçmeni olduğunu biliyorum. Amca tarafı, dediklerine göre son derece gericiydi ve görüşmüyorlardı. Bu ilk bilgilerden sonra nasıl devam edeyim diye düşündüm. Olaylar kronolojik sırayla anlatılabilir, ama bunun yerine konuya göre ayırmak daha iyi olur diye düşündüm. 

Teorik konularımız, 1975 yılı yaz ayında ben askerde iken Ankara’da çıkan sorun, Yurt Dışı grubuyla ilişkiler, eylemler için gidiş, İlker hakkında çıkarılan söylentilerin kaynakları... 

Böyle bir ayrım daha iyi olur düşüncesindeyim. Sanırım üç ya da dört bölümde yazı tamamlanır. 

Teorik konulardan başlayayım. İkimizin de teorik konulara büyük ilgisi olmakla birlikte, alanlarımız ayrıydı. İlker felsefeyi severdi, ben sevmezdim. Felsefe derken, “saf” anlamda felsefeyi kastediyorum. Örneğin, Felsefenin Temel İlkeleri’ni kaç kere sonuna kadar okumaya niyetlenmiş, başaramamıştım. Tarih, ekonomi, politika, gerilla savaşı, roman; aklınıza ne gelirse iyi bir okuyucuydum, sadece felsefe olunca içimi sıkıntı basardı.

İlker de iyi bir felsefe okuruydu. Rastlantı ama alanların böyle ayrılması isabet olmuş. 

İkimiz de aynı üniversitendik ve eğitim dili de İngilizce idi ama benim dilim epeyce iyiydi. Normalde teknik bölümleri okuyanlar iyi İngilizce bilmezler. Teknik dil kısıtlıdır. İngilizcenin politik ve ekonomik terimleri ise apayrıdır. Bu konularda sürekli kitap okumazsanız, öğrenemezsiniz.

O yıllarda İngilizceyi Türkçe kadar hızlı okurdum. Hele de Troçki’nin History of the Russian Revolution (Rus Devrim Tarihi) bitirdiğimde, (büyük boy, yaklaşık bin sayfa), İngilizcem de acayip gelişmişti. Rus Devriminden Çıkan Dersler’i yazıp bitirmiştim, teksirle basmıştık ve ilişkilerimize dağıtıyorduk.

Bu arada çok sayıda teksirle basılmış ve el altından dağıtılan yayın çıkıyordu. 1974 affıyla birlikte çok kişi hapisten çıkmıştı ve her gruplaşma kendi geçmiş değerlendirmesini kaleme alıyordu. Geçmiş değerlendirmesi içerik olarak THKO ve THKP-C değerlendirmesiydi. Legal ve legal olmayan her çeşit yayına ulaşıyordum. 

1974 ortalarında ayrı bir örgüt olmaya karar verdiğimizde, teorik sorun da bütün haşmetiyle üzerimize çökmüştü. Bizi karakterize edebilecek, görüşlerimizi ortaya koyduğumuz bir yayın gerekliydi. 

Kesintisiz Devrim I-II-III’ü dağıtmakla yetinemezdik. Çok sayıda eleştiri vardı ve bu eleştirilere cevap verilmesi gerekiyordu. Bir bölüm THKP-C izleyicisi “onlar revizyonisttir” deyip geçiyordu, ama bunun iyi bir yol olduğu düşünülemezdi. 

Konuların kendiliğinden ayrılması gibi kendiliğinden de bir iş bölümü oldu. İlker felsefe ve güncel görevler konusunda yoğunlaştı. Yüksel, devrimde sanatın rolü konusuyla özellikle ilgiliydi. Ekonomi ve gerilla savaşları tarihi de bana kalıyordu. 

1974 yazında yüksek lisans diplomasını alır almaz neredeyse eve kapandım diyebilirim. Başlarken ekonomi bilgim Nikitin’in Ekonomi Politik kitabındaki bilgilerden ötede değildi. Ama özellikle TSİP’lilerin çıkardığı İlke dergisinde Mahir’e yönelik bunalım dönemleriyle ilgili eleştiriye cevap verilmesi gerekiyordu. Bu konu, temel bir konuydu. 

Neyse ki, o yıllarda fazla gelişmemiş olsa bile, sistematik düşünme özelliğim vardı. Mahir bunalım dönemleri teorisini nereden öğrenmişti, SSCB Bilimler Akademisi kitaplarından... 

Demek ki, buradan başlamak gerekiyordu. Okur, kafamda teori kurar, sonra da Necati ve İlker ile ayrı ayrı uzun uzun tartışırdım. “Sen iyi sardın bu konuya” derdi gülerek.

1975 yılı başında Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın ilk bölümü bitti. Bu bölümün sonunda 4. Bunalım Dönemi de vardı. Hem Necati hem İlker’in itirazı üzerine bu ismi kullanmadım, ama içerik aynı kaldı. İçeriğe itiraz yoktu, ama spekülasyon olur düşüncesiyle 4. bunalım dönemi denilmesine karşı çıkıyorlardı. “Daha üçüncü bunalım dönemi anlaşılmamış, başımıza dördüncüsünü çıkarıyorsun!..” 

1975 yılının ilk aylarında İlker de, daha sonra Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz adını alacak yazı için çalışmaya başladı. Bana uzun uzun diyalektiğin yasalarını anlatmayı denedi. Bu yasaları ben de biliyordum ama yasaların yorumlarını dinlemek bana zor geliyordu. Ne yapayım, ilgimi hiç çekmeyen bir konu. Hele suni dengenin diyalektik olarak açıklanması meselesi vardı ki, anlamak için büyük çaba harcamam gerekmişti. 

Sonraki aylarda, broşürün güncel durumla ilgili ikinci bölümünde çok rahat konuşabiliyorduk. Normal, herkes her konuyu kolay anlamıyor. 

İlker benim bunalım dönemlerini birbirinden ayıran kriterler konusundaki uzun açıklamalarımı nasıl sabırla dinliyorsa, ben de diyalektik konusunu sabırla dinliyordum. 

Şimdi düşünüyorum da, TDAS’ın ikinci bölümünde gerilla savaşı üzerine bu kadar yazmak yerine, zamanımın yarısını ülke tarihinin incelenmesine ayırsam daha iyi yaparmışım. Bu konuda bilgim de fena sayılmazdı üstelik. Gerçi içinde bulunulan bunalım döneminin özelliklerinden hareketle bu konuda epeyce saptama yapabiliyordum ama bu konuyu daha ayrıntılı ele alsam daha iyi olurmuş.

Teorik konularda şöyle bir açmazımız da vardı: Esasa ilişkin eleştiri getiren hiç kimse yoktu. Kendi aramızda tartıştığımızda da yoktu. Ben felsefe konusunda esasa ilişkin eleştiri getiremezdim. Kimse de emperyalizm tarihi ve sonuçları konusunda bana eleştiri getiremiyordu. Terminolojik kullanımlara itirazlar oluyordu ama bunlar esasa ilişkin değildi.

Yüksel ile tartışma olmazdı. Ankara’ya geldiği günlerde yazılanları okur ve “tamam” derdi. Şimdi düşünüyorum da, o yıllarda devrimci harekette teori konusunda oldukça yalnız insanlardık. Birbirimizden başka konuşabileceğimiz insan yoktu denilebilir.

1974-1975’de devrimci harekette çıkan bütün legal dergileri ve kitapları okudum. Yasadışı yayınların neredeyse tamamına ulaştım. Biz farklıydık, burası çok açık. Emperyalizm tahlili konusunda TDAS kadar yetkin bir yapıt yayınlanmadı. 

Bunalım dönemleri hangi kıstaslara göre ayrılır konusunda başka kafa yoran yoktu. Keza o dönemde, güncel politikayla felsefi analizi birleştiren, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz dışında tek yapıt yoktur. MHP’nin kitle pasifikasyonu ve suni dengeyi sürdürmekteki yeni rolünü ilk açıklayan da İlker’dir. 

Bu ülkenin devrimci hareketinde aptallık, saçma sapanlık bitmez. Ankara’da o zamanlar adımız “X Grubu” idi. Belirtmeye bile gerek yok, adı takan da Devrimci Gençlik çevresiydi. Derken bir gün “XY” diye bir grup duyduk. Kim olacak, tabii ki bizdik. Adımız artık koordinatları belirtilerek veriliyordu! 

Daha sonraki aptallık hiç komik değildir. İlerde İlker’e hangi çevreden “şizofren” yakıştırmasının yapıldığını ve bunun nasıl yayıldığını anlatacağım.

Burada mesele şu: Bir yakıştırma yapıyorlar, ama bunun ne anlama geldiğini bilmiyorlar. “Şizofren ne demek?..” diye sorsan, bilmezler.  “Şizofrenik olmanın belirtileri nelerdir ve bunlardan hangileri İlker’de görülmüştür?..” diye sorsan, aptal aptal yüzüne bakarlar.

Bu ülkede bir şey yapacaksan, kimin ne dediğine aldırmayacaksın. Yazının bu bölümünü bitirirken İlker’e eğlenceli başka bir konudan söz etmek gerek. 

“İlker, bu TDAS’ı kim yazmıştı birader?..” Broşür, bildiğin gibi değil, kıymete bindi. Adını verdiği örgüt çoktan tarihe karıştı, sen öleli 35, Yüksel öleli 34 yıl oldu, ama devrimci hareket o kadar kötü durumda ki, üzerinizden geçinmeye çalışanlar var. TDAS’ı Yüksel yazmış, duydun mu!.. 

Vallahi billahi hiç itirazım yok. İtirazım yok da, benim itirazımın olmaması böyle diyenlerin salaklıklarını ortadan kaldırmıyor. Aynı sana şizofren dedikleri gibi. İnsan bir şeyi uydurur ama kitabına uydurarak uydurmalı, değil mi!.. 

TDAS-1 bloguna gidiyorsun. Orada TDAS’ın tam metni var. Yazının sonunda alıntı yapılan kitapların adları ve alıntıların sayfaları yer alıyor. Kaynakların çoğu İngilizce. Yani, TDAS’ı yazan iyi İngilizce biliyormuş. “Yes, No, I love you” İngilizcesi değil; politik bir metni İngilizce okuyup Türkçe ifade edebilecek kadar biliyormuş.

Yüksel Eriş İngilizce bilir miydi?

Hayır, bilmezdi. Gazi Eğitim’in Müzik Bölümü’nde okuyan bir kişi neden iyi İngilizce bilsin ve dahası bu düzeyde İngilizceyi eğitim görmeden nasıl öğrenecek? Anlamadım, devrimci hareketin ekseriyeti böyle mi biliyormuş... 

Hiç sanmıyorum, ama diyelim ki öyledir, buradan devrimci hareketin ekseriyetinin salak olduğu sonucu çıkar. Sana şizofren diyenlerin bu kelimenin anlamını bilmemeleri gibi, yukardaki iddia sahipleri de İngilizce bilmiyorlar anlaşılan. İngilizce kitap adlarını Türkçe sanmışlar... 

Ama bu durum bir şeyi gösteriyor: Üçümüz bu örgütü kuralı tam 37 yıl oldu. Bu örgüt 1988’de tarihe karıştı. Ama devrimci hareketin tarihine öyle bir damga vurmuş ki, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bile, halâ ismini, şu veya bu kişiyi kullanma ümidi taşıyanlar var... 

Avuçlarını yalarlar, orası ayrı. Ama bu umut bile bir göstergedir, değil mi!.. 


Sürecek…